Cuma, Aralık 19, 2008

Sevgili okur, sen bakma aşağıda yazdığım bunalık yazılara, ara sıra gelse de öyle anlar genelde fazla durmam o psikolojide. Baktım ki sinirlerim geriliyor hemen şöyle şeyler düşünürüm (biliyorum, çok klişe cümleler ama "it works")

1. Allahım çok şükür ki değiştirebileceğim durumları değiştirmek için cesaretim, değiştiremeyeceklerimi kabullenmek için sabrım ve ikisi arasındaki farkı belirleyebileceğim aklım var. Gelecekte herşeyin daha güzel olacağına dair umudum da var. Evelallah bunu da atlatırım.

2. Sakin ol! Zaman herşeyin ilacı, biliyorum ki bu durum geçici, 5 ay sonra gülerek anacağım şu an yaşadığım durumu ve 2 sene sonra neden gerildiğimi bile net olarak hatırlamayacağım,

3. Yahu nice aptallar başedebiliyor da ben niye yapamayayım? Yaparım, hem de aslanlar gibi yaparım!

İşte bu üç cümle beni kendime getirir çoğu zaman. Bunlara rağmen "başarısız" oluyorsam eğer diyeceğim şey şu olur: "İnsanım lan ben, doğa üstü bir yaratık değil, olmuyorsa olmuyor. Ben elimden geleni yaptım, tamam burada bırakıyom."

Farklı düşünenler olabilir elbet ama ben şimdilik böyle huzurluyum.

Pazartesi, Kasım 24, 2008

....

Yağmurlar başladı, haftasonu aralıksız yağmur yağdı Adana'da. Benim de içimde bir sıkıntı var, daralıyorum birkaç gündür. Nefes almakta zorlanıyorum bazen. Dün gece uyuyamadım doğru düzgün, gece gece balkona çıkıp nefes aldım. Düşündüm biraz, neler oluyor, nereye gidiyorum diye? Niye yetişemiyorum, zaman neden bu kadar çabuk geçiyor diye? İstediğim kadar vakit ayıramıyorum pek çok şeye. Ayırabildiğim vakitler yetmiyor bana. Herkes, herşey hep daha fazlasını istiyor. Bunalıyorum bazen... Mola vermek istiyorum hayata, işe ama mola vermeye vaktim yok...
Bebek yok daha ortada, bazı sağlık sorunları çıktı, basit kistler ama işte engelliyor istekleri. İlaç kullanıyorum. Belki de ondan oluyor bu bunaltı, sıkıntı halleri, bilmiyorum.
Aksilikler de üstüste geliyor bir kaç haftadır. Küçük küçük şeyler ama hep üstüste geliyor işte.
Depresyona girmeye bile vaktim yok şu aralar :))

Perşembe, Kasım 13, 2008

Sağ beyin sorunsalı

Bu görmüş olduğunuz şey gerçek bir insan beyni. Herkeste var. Aynı yaşta ve aynı cinste olan insanlar için beyin boyutu, kütlesi felan hemen hemen aynı. Ama tabi kullanım kapasiteleri farklı oluyor. Neyse, bugün bahsedeceğim şey bu değil.


Değerleri bilim adamları-bilim kadınları beyin üzerinde bazı çalışmalar yapmışlar ve bugün artık biz biliyoruz ki beyin kıvrımları arasında oluşan şu mini mikro elektrik akımları aslında bütün hayatımızı, düşünce yapımızı, karar verme mekanizmamızı yönlendiriyor. Bu akımda anlık, ufacık, minicik bir şok yaşanması ise bir anda bizim için herşeyin değişmesine sebep olabiliyor. Bu durumda ki kişiyi ise kısaca "Kafayı sıyırdı" diye nitelendiriyoruz. Beynin çalışma sistemi, öğrenme, düşünme yöntemleri ve kapasitesi, vücudu nasıl kontrol ettiği felan az çok açıklanabilse de, "nasıl oluyor da oluyor?" kısmı halen büyük bir muamma. Ama bugün ki konum bu da değil.

Görüldüğü üzere beyin 2 lobdan oluşuyor. Her iki lob arasında elektriksel geçişlerin olduğu bağlantı noktaları mevcut ama bu noktalar kesilse dahi kişi normal yaşamına devam edebiliyormuş. (Hatta epilepsi hastalarında krizlerin işte bu loblar arası transmisyon esnasında bir problem meydana gelmesi sonucu oluştuğu tespit edilmiş ve tedavi olarak da bazı hastalarda iki lobu tamamen birbirinden ayırıyorlarmış).

Beynin sol lobunun vücudun sağ tarafını yönlendirdiğini, sağ lobunun ise sol tarafı yönlendirdiğini hepimiz biliyoruz. Yani sol kolumuzu kaldırmak için aslında komutu beynin sağ tarafında ki lobdan alıyoruz. Ayrıca, beynin sol tarafı daha bilimsel, daha analitik, daha rasyonel, mantıklı davranmamızı sağlarken; sağ taraf daha duygusal, daha sanatsal olmamızı, hayal gücümüzü kullanmamızı sağlıyor. Ve bizim yaşam tarzımız, bakış açımız, yeteneklerimiz aslında beynin hangi tarafını daha yoğun kullandığımıza göre değişiyor.


Aslında herkes hem sağı hem solu kullanıyor ama sol lobu daha aktif çalışan kişiler daha çok matematik-fen dallarında başarılı olurken sağ lobu daha aktif kullanabilenler ise yaratıcılık, duygusallık gerektiren sanatsal faaliyetlerde bulunuyorlar. Bu nedenledir ki, solak kişiler aslında daha duygusal, daha hayal gücü yüksek insanlar oluyorlar. Her iki lobun da aktif çalışması ise "tadından yenmez" durumunu ortaya çıkartıyor ki sanırım 10 parmağında 10 marifet kişiler işte bu gruptan oluşuyor.

Olayı kendime döndürecek olursam eğer, ben galiba sol lobu aktif kullanıpta sağ lobunu hiç kullanamayan gruptayım. Konu sanat oldu mu açık söylemek gerekirse tam bir "odun" olabiliyorum. Fazla duygusal değilimdir, yaratıcı olduğum söylenemez, resim yeteneğim hiç yok, estetik kavramım pek gelişmiş değildir, müzik kulağım çok kötüdür, ritm duygum düm-tekten öteye gitmez, dans edemem vs vs vs..

Hatırlıyorum, çocukken de çok farklı değildim, fazla heyecansızdım mesela. İlkokulda felan güzel flüt çalardım ama çok da umrumda değildi bu. Matematik çalışmayı daha çok severdim mesela. Oldum olası hayallere dalıp gittiğimi hatırlamam. Çocukken çok kitap okurdum ama bu durum bile hayalgücümün, yaratıcılığımın gelişmesine yeterli olamadı. Ve gerçek şu ki bu durumda olmaktan hiç ama hiç hoşlanmıyorum. Sanatın herhangi bir dalına karşı az biraz da olsa yeteneği olan kişilere hep imrenmişimdir.
Hep aynı stil giyinmekten, hep aynı renkleri kullanmaktan, hep aynı saç modeli ile dolaşmaktan gerçekten sıkılıyorum ama başka türlüsünü yapabileceğimi, taşıyabileceğimi de düşünemiyorum. Olay işte hep beyinde bitiyor. Azıcık değiştirebilsem şu nöronların yerlerini herşey düzelecek aslında.

"Acaba diyorum, küçükken şu an hatırlayamadığım bir travma geçirdim de duygusal bağlarımı köreltme ihtiyacı mı hissettim?" diye düşünüyorum bazen. Hani bilinçaltında kapalı kalan bir yerlerde nöro-transmitterleri oynatmamı engelleyen bir şeyler mi var acaba?

Perşembe, Kasım 06, 2008

Öküz altı buzağı mı arıyorum acaba???



Bilmiyorum, ben mi çok pimpirikliyim acaba ama Amerika deyince 3 kere düşünmek gerektiğine inanıyorum. Sanki herşey bir projenin parçası gibi geliyor bana. Bush yönetimi çok antipati topladı, Amerika'ya olan ilgiyi, sempatiyi, güveni azalttı. Sanki bu imajı toplamak için karizmatik, güven veren görünümüyle -ve de özellikle zenci olması sebebiyle- Obama gibi bir figür yaratıldı, karşısına da hiçbir karizması olmayan McCain konuldu gibi geliyor bana, naçizane. Çok sevinemiyorum yani. Umarım yanılıyorumdur :)

Cumartesi, Kasım 01, 2008

Ev Hali



Cumartesi sabahı... Dün gece film izlerken uyuyakaldığım için erken kalkmışım... Etrafı toparlayıp, halen uyumakta olan kocaya kahvaltı hazırlamışım*... Ev tertemiz zira çarşamba günü tatil olduğu için temizlik yapılmış, halılar serilmiş**... Hava yazdan kalma gibi, sıcacık ve de nem yok... Bi de dün maaş yatmış... 3-4 aydır ilk kez bomboş bir haftasonu... Zorunlu bir iş yok... Çok şükür ki uzun süredir sevdiklerimle ilgili kötü bir haber alınmıyor... Keyfim yerinde...

* Fotograftaki meyve suyu kendi spesiyalim: Elma, armut, havuç, portakal, siyah üzüm, beyaz üzüm....

** Adana'da yazın halılardan ateş fışkırdığı için mayıs-haziran gibi halılar kaldırılır, ekim -kasım aylarında yıkanmış halılar geri serilir.

Salı, Ekim 07, 2008

2750

Tam da "terör örgütü dağılıyor, parçalanıyor" masallarından bıkmış ve bunalmışken, "keşke bir imkan olsada son 15-20 yılın gazeteleri toplansa ve PKK ile ilgili haberler bi derlense" derken, şehit haberi duymaya alışmış ve bunu artık normal bir olaymış gibi karşılamaya başlamışken, Murat Eren tarafından yazılmış olan yazıyı okudum Moleschino'da! Murat üşenmemiş, bir de grafik çıkartmış bu haberlerden.



Toplam sayı yaklaşık 2750! Başımız sağolsun...

`1988`
- Güneydoğu’ da Suriye sınırından giren 1O kişilik PKK milikanları ile güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmada bir pilot binbaşı iki jandarma eri şehit oldu.
- Hakkari’nin Şemdinli ilçesi Yeşilova mevkiinde güvenlik güçleriyle PKK’lı teröristler arasında çıkan çatışmada bir komando eri şehit oldu.
- Mardin’in Derik ilçesine bağlı Bayraklı köyü yakınlarında güvenlik güçleriyle silahlı çatışmaya giren PKK’lı teröristlerden 7’si ölü olarak ele geçirildi, olayda bir er de şehit oldu.
- Gaziantep’in Kilis ilçesi yakınlarında sınırı geçmeye çalışan teröristlerle güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmada bir çavuş ile bir onbaşı şehit oldu.
- Siirt ilinin Şırnak ilçesi yakınlarındaki Cudi Dağı eteklerinde güvenlik güçleri ile PKK’lılar arasında çıkan çatışmada bir astsubay şehit oldu, bir er yaralandı.
- Van’ın Gelenler köyü Kaşkol mezrası yakınlarında sınır bölgesinde devriye görevi yapan iki jandarma erinin dün Iran topraklarından açılan ateş sonucu şehit edildiği, Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Elçi Nazım Berger tarafından açıklandı.
- Erzincan’ın Kemah ilçesine bağlı Dervişören Köyü yakınlarında bir askeri aracın bir grup terörist tarafından taranması sonucu 8 er şehit olurken, 1 astsubay ve 1 çavuş da yaralandı.
- Mardin’in Gercüş ilçesine bağlı Basar köyü yakınlarında bir grup teröristle güvenlik kuvvetleri arasında çıkarı çatışmada bir polis şehit oldu, bir terörist ölü olarak ele geçirildi.
- Siirt’in Şırnak ve Silopi ilçeleri arasındaki Cudi Dağı’nda bir grup PKK’lı teröristle çarpışan güvenlik kuvvetlerinden bir üsteğmen şehit oldu, bir astsubay ve üç er yaralandı.
- Siirt ilinin Şırnak ilçesine bağlı Boyunkara köyü’nde PKK’nın güvenlik güçlerine pusu kurmasıyla çıkan çatışmada 11 güvenlik görevlisi şehit oldu.
- Siirt’in Şırnak ilçesinde PKK militanlarıyla güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmada ter şehit oldu, 1 üsteğmen ile 1 er ağır yaralandı.

Devamı burada...

Salı, Eylül 23, 2008

Özeleştiri

Kurtlar Vadisi'nden yıllarca imtinayla kaçtım, küçümsedim. Her bölümde silahların patladığı, onlarca insanın öldüğü bir dizinin yayınlanmasını hep eleştirdim, ben böyle şey izlemem kardeşim dedim. Çoluğa çocuğa kötü örnek oluyor, kültür düzeyi düşük alt gelir grubu yeni yetmeleri beyaz gömlek-siyah pantalon sokaklarda Polatvari dolanıyor deyip durdum. İzlemiyor olmaktan ve bunu ifade etmekten de içten içe gurur duydum.


Fakat sonradan farkettim ki mesela Pulp Fiction'ı gözümü kırpmadan izliyorum. Kill Bill serisini top ten listeme koymuşum, Fight Clup en çok seyrettiğim ve milyon kere de izlesem bıkmayacağım film olmuş, Matrix serisini ezberlemişim vs vs vs. Şu saydığım toplam 8 filmde sıkılan kurşun sayısı ve görülen kan hacmi herhalde Kurtlar Vadisi'nin tüm bölümlerinin toplamından daha fazladır.


Trinity'ye, Beatrix Kiddo'ya özenmedim mi, elbette özendim ama hiçbirini izledikten sonra elime silah / kılıç alıp birilerini öldürmeyi düşünmedim.

Demek ki Kurtlar Vadi'siyle gerçek sorunum dizide silahın yaygın olarak kullanılması değilmiş, başka bir şeymiş.


Çarşamba, Eylül 17, 2008

Kocamın yanında & İşimin başındayım

Döndüm ben. Günlük gibi kullanacağım dedim ama ikinci günden sonra hiç fırsatım olmadı oturup bir şeyler yazmaya.

Berlin'le ilgili bir kaç bir şey söyleyip bu konuyu burada kapatacağım.

1. Doğu Berlin'in kendine has trafik ışıkları var, Ampelmann diyorlar:


2. Berlin'in bayrağında bir ayı simgesi var. O nedenle şehrin neredeyse tüm sokaklarında renk renk desen desen ayı heykelleri var.


3. Şehirde neredeyse hemen hiç yokuş, tepe, yükselti yok. Dümdüz.

4. Mimari Berlinliler için çok önemli. Dümdüz ve sıradan bir bina bulmak pek kolay değil. Bugünde yaşıyor ama gelecek için inşaa ediyorlar (Tabi ben hep turistik bölgeleri gördüm. Yaşam alanları konusunda yorum yapamayacağım).

5. Egoist bir şehir denilebilir. Her 20 adımda bir "Berlin" isimli dükkanlar bulunuyor. Bu dükkanlarda üzerinde Berlin yazan t-shirtler, kıyafetler, çantalar, buzdolabı magnetleri, bardaklar, anahtarlıklar, ayı figürlü magnetler vs vs gibi hatıralar alabilirsiniz.

6. 3 gün boyunca iki büyük merkezi -Alexander Plazt ve Kurfürstendamm- fırsat buldukça dolanmama rağmen bir Pink Floyd t-shirtü bulamadım! Bir çok kişiye sordum, cevap veremediler. En son sabahın 10'unda konferanstan kaçıp Hard Rock Cafe Berlin'e gittim.


Malesef orada da yoktu! Onlardan bir dükkan adresi alıp (Cover Music -ki burası acaip meşhur bir yermiş, eski yeni yüzlerce DVD, albüm, CD, plak vardı.) oraya gittim. Ama onlarda da yoktu :( Nasıl olur diye kafayı yedim. The Wall'un konseri bu kadar ünlüyken, Pink Floyd tarihinde Berlin böylesine önemli bir şehirken, nasıl olur da bir Pink Floyd t-shirtü bulamam diye elemanlara söylendim. Ya evet haklısınız türünden bir şeyler söyleyip bir başka dükkana gönderdiler. Nihayetinde 2 ayrı Pink Floyd t-shirtü bulabildim kocam için (Evet, koca Berlin'de sadece 2 tane). Ama ikisi de "The Wall" veya Berlin'le ilgili değildi :( Yine de bu kadar çabaya değsin bari deyip ikisini de aldım :))

7. Berlin duvarı tamamen yıkılmış. Geriye sadece tabela ve kontrol noktasındaki klubeler (checkpoint charlie) kalmış.

Üstteki foto bana ait değil, şuradan aldım. Zira ben arabanın içindeydim tabelayı gördüğümde ve makineyi çıkartana kadar geçtik gittik oradan.

Minik minik duvar parçalarını hatıra olarak satıyorlar. Hatta sertifikaları bile var. Ben de aldım evime bir parça duvar.

Salı, Eylül 09, 2008

Berlin Günlüğü_2

Bugün gezmek için fazla vaktim olmadı. Sabahtan akşama kadar konferans nedeniyle oteldeydim.


Akşamsa otobüse atlayıp Kurfürstndamm'a geçtim (Otobüs 2,1€). Ulaştığımda saat sekize geliyordu ve malesef dükkanların hemen hepsi 20:00'de kapandığı için bir anlamı olmadı buraya gelmemin. Yine de biraz dolaşıp, sokaklarda turladıktan sonra otobüsle geri otele dönmeyi ve kocamla msn'de konuşmayı tercih ettim :) Berlin'de gece hayatının çok hareketli ve eğlenceli olduğunu, çok sayıda disko, cafe vs olduğunu biliyorum ama yanımda sevgili yoksa ve de kendisi evde yalnızsa yemişim eğlencesini :(

Trafik problemi hiç yok gibi, arabalar akıp geçiyor sanki. Bisiklet kullanımı da çok yaygın. Akşam vakti takım elbiseli bir sürü bisikletli erkek-kadın vardı yollarda.

Şehrin kendisi (en azından benim gördüğüm kısımları) aslında kocaman, yaşayan bir müze gibi. Her tarafta tarihi bir bina görmek mümkün. Binaların hepsi çok güzel korunmuş veya restore edilmiş ve halen kullanılıyorlar. Ve bu binaların arasına yeni, modern yapılar yerleştirilmiş. İçiçe geçmişler ama şahane bir uyum içindeler.
Şehirde görülmesi gereken pek çok yer var ama hepsiyle tek tek uğraşamayacağım için 2 saat süren "otobüsle turistik şehir turu"na katılmayı düşünüyorum çarşamba günü. Zaten o gün öğleden sonraki oturumlar benim işimle çok alakalı değil, rahatlıkla kaçabilirim yani :)

Pazar, Eylül 07, 2008

Berlin günlüğü_1

Önümüzdeki 5 gün boyunca blogu gerçek anlamda bir günlük gibi kullanacağım. Bilgilerinize.

Sabah 04:50 de kalkan uçağa binebilmek için gece 3:30 da kalkıp havaalanına gittik. İstanbul üzerinden Berlin'e ulaştığımda saat Almanya saati ile 10:30 civarıydı. Tegel havaalanından çıkıp taksiye bindim. Şöförün "where are you from" sorusuna "Turkiye" diye cevap verince beni hiç de şaşırtmayan bir şekilde Türkçe olarak "E hoşgeldiniz o zaman, ilk gelişiniz mi?" diye sordu şöför :)) Kısa bir Türkiye sohbetinden sonra taksiyle ufak bir Berlin turu yapıp otele geldim. Odaya yerleştim ve ilk hedefim olan Müzeler bölgesine geçtim. Otel yeri konusunda şanslıyım zira müzeler otelin hemen yanında. 15€ verip tüm müzeler için günlük giriş kartı aldıktan sonra başladım dolaşmaya.


İlk müze Antik Yunan idi, oradan aynı binada bulunan eski Mısır müzesine geçtim. Nefertiti ile fotograf çekindim :)





Peşinden Pergamon (yani Bergama) müzesine geçtim. Koca sunağı, devasa sütünları ve heykelleri bizim oralardan getirip burada muhteşem bir müze yapmışlar. "Yemeyenin malını yerler" diyerek ve iç geçirerek dolandım müzede.







Sonraki hedef kısa bür süreliğine ziyaretçilere açılan Babil sergisi oldu. Sanırım bugün son gündü çünkü çok kalabalık bir bilet kuyruğu vardı girişte. Ama ben günlük giriş kartı aldığım için sıra beklemeden girdim:)) Ancak, malesef orada fotograf çekmek yasaktı :(

Ardından İslami Sanatlar müzesine geçiş yaptım. Burada da Türkiye'den, Suriye'den, Ürdün'den getirtilmiş çok değerli parçalar vardı.



Sonra koştura koştura resim-heykel müzesine geçtim. Çünkü giriş kapanmak üzereydi.





Hızlıca tur atıp otele geldim ve buraya esas geliş sebebim olan konferansın açılış yemeğine katıldım.

Şu an yaklaşık 20 saattir uyanığım ve başım ağrıyor. Sanırım gece deliksiz uyuyacağım :)

Perşembe, Eylül 04, 2008

Leylek gördüm havada

Karadeniz muhteşemdi. Trabzon-Rize-Artvin arasında yaşananlar için "fırsat bulabilirsem eğer" detaylı bir yazıyı sonra yazacağım.

Daha tatil modundan çıkamamışken, Almanya'ya gidiyorum bir haftalığına.

Pazar sabah 04:50 Adana - 06:30 İstanbul / 08:40 İstanbul - 10:35 Berlin (TR saati ile 11:35) şeklinde bir aktarmayla geçeceğim yaban ellere.

Pazar günü havalanından otele gidip yerleşiyorum, konferans organizatörleri vs gibi birileri varsa görüşüyorum ve de öğleden sonra müzeler adası olarak bilinen (Museumsinsel) yere gitmeyi, Nefertiti'yi, Pergamon sunağını görmeyi planlıyorum.

Katılacağım konferans ile ilgili detaylar http://www.icpws15.de/ adresinde. Ama ben hepsine girmeyeceğim.

Çarşamba akşamı konferans organizasyonu şurada bir akşam yemeği düzenleyecekmiş.

Perşembe öğleden sonra da şöyle bir tur varmış.
Cuma günü dönüş günü. Oranın saatiyle 11:35'te uçağa biniyorum, Türkiye saatiyle 15:20'de İstanbuldayım.

Cuma akşam İstanbul'da babamlarlayım. Cumartesi günü de 20:00 uçağına binip 21:35'te sıcak, sevgi dolu yuvamıza dönüyorum :)))

10 eylül'de yapılacak big bang deneyinin, birilerinin iddia ettiği gibi kara delikler oluşturup, dünyayı yok etmesi durumunda bunların hiçbiri (en azından bir kısmı) gerçekleşemeyecek. Gerçi ben astrofizik doktorası yapan Meltem'e sordum ölecek miyiz diye. O da aşağıdaki gibi bir cevap yazmış:

Hayir olmeyecegiz :)
O mini karadelik dedikleri hakikaten mini, karadelikler zaten sadece 'olay ufku' denen capa yaklasilip icine girildiginde yutar, hizlandiricinin icinde metrenin katrilyonda biri kadar capa sahip bir karadelige girebiliyorsa birileri insan degildir zaten, birak yokolsun :)))



"Evet, var öyle bir ihtimal" deseydi eğer gitmeyip, son günlerimi kocam ve ailemle geçirecektim :)))

ps. Şimdi öğrendim, havai fişek yarışması varmış Berlin'de 5-6 Eylül'de. Kaçırıyorum :(

Cuma, Ağustos 01, 2008

Beat goes on...

Beklenen tatil -ya da gecikmeli balayı- nihayet yaklaştı. Bir hafta daha buralardayız ve sonra bir aksilik olmaz ise eğer, 15 gün uzaklaşacağız Adana'dan. 4-5 gün İzmir'de akraba-arkadaş ziyaretleri yapılacak, sonra 2-3 gün Ankara ve peşinden 1 hafta Karadeniz'de olacağız! Bukla'nın Trans Kaçkar turuna rezervasyon yaptırdık.



İçim dışım standart oldu. ISO 14001, OHSAS 18001, TS EN ISO/IEC 17025 ile geçiyor günler. Kimyager olarak laboratuvarda çalışamaz oldum. Döküman hazırlamak, eğitim planlamak ve vermek, dış kaynaklı dökümanları takip etmek, standartlar ile ilgili tüm yan kaynakları taramak, öğrenmek ve de iç tetkikleri yapmak ile uğraşırken laboratuvara yeteri kadar vakit ayıramıyorum. Gerçi lab teknisyenlerimiz son derece memnun bu durumdan :))

@ Dinemiz; kimyager için olanından istiyorum bunlardan! Fotocenik değilim biliyorsun ama yaparsın artık bişeyler corel ile. Kompoziyon hazır bile. HCl şişesi, erlen, büret, mezür, beher, cam pipet, otomatik pipet, balon joje, 2 boyunlu balon, geri soğutucu, ayırma hunisi, deney tüpleri ve bunların bilimum kombinasyonları ile çalışılacak. Arkada da fon olarak periyodik tablo. Bak sen de bir kimyagersin, aynısını sende de yaparız :))

Son bir aydır sadece şu dört parçayı dinliyorum, bıkmadım usanmadım:
- You know I'm no good (Amy Winehouse)
- Love is a losing game (Amy Winehouse)
- Back to Black (Amy Winehouse)
- Beat goes on (Madonna)

Gönderiyi yazdığım şu vakitlerde (01.08.2008, 10:07) işyerinde olduğum için ve işyerinde efendim böyle müzik olsun, video olsun, eğlence olsun tarzı siteler yasaktan dolayı açılamadığı için ve de youtube halen kapalı olduğu için link veremiyorum. Kusura bakmayınız.

Salı, Temmuz 08, 2008

Haydi hayırlısı

Biz ne zaman büyüdük? Ne zaman geçti koskoca 30 yıl? Daha dün gibi hatırlıyorum 33 yaşındaki öğretmenim için "yaşlı kadın" dediğimi. İlkokul 2. sınıftaydım. Yaşlı olmam için şurada kalmış "3 yıl"! Ama ben hala kendimi üniversite öğrencisiymişim gibi hissediyorum (ufal da cebime gir sayın yazar!). Hala kumaş pantalon (veya etek)-topuklu ayakkabı-gömlek üçlüsüne alışamadım. Zaten pek giymiyorum da*.
Konuya girme sebebim şudur ki, sanırım artık büyüdüm ben ve anne olma vaktim geldi (Aslında geçiyo bile). Biyolojik saat işlemeye başladı. Daha 3-5 ay öncesine kadar kendime çok uzak gördüğüm hamilelik, çocuk, bebek, viyaklayarak ağlama, gece uykusuz kalma, kendine vakit ayıramama, sana bağımlı bir varlık için sürekli ve kendinden fazla endişelenme vs vs vs vs olayları artık ciddi ciddi kafamda dolaşmaya başladı. Sadece benim değil, kocamın da kafasında dolaşmaya başladı. Dedim ya, daha 3 ay önce ağlayan bir bebek duyduğumuzda "oww, nasıl çekilir ki bu ses sürekli" dercesine birbirimize bakan biz ikimiz galiba artık bu sesi sürekli olarak evde duymak istiyoruz. Olabilecek bütün yaptırımları, annelerin, babaların, akrabaların, bakıcıların, doktorların hayatımıza çok daha fazla girmelerini felan da göze alıp korunmayı bıraktık. Ben de folik asite başladım.
Sandalyeden düştükten sonra geçirdiğim rahatsızlık sonrası görüşmüştüm bir prof.la. Ultrasonla yaptığı muayene sonrasında hiçbir sıkıntım olmadığını, herşeyin normal gözüktüğünü söylemişti. Bebiş için aylarca hatta 1-2 yıl uğraşan arkadaşlarımız var. Bizde durum ne olur bilemem ama eğer ki bir rahatsızlığımız yok ise *umuyorum* yakın bir gelecekte hayatımızı tamamen değiştirebilecek bir haberle çıkabilirim karşınıza sayın okur.

* Çalıştığım işyeri teknik ağırlıklı olduğu için kıyafet zorunluluğum yok ve çoğunlukla kot pantalon-tişört ile geliyorum laba.

Pazartesi, Haziran 30, 2008

Bir daha taşınırsak eğer

- Klimayı en az 1 gün önceden söktürüp monte edeceğiz,
- Dolap raflarına serilecek örtü, kılıf vs gibi malzemeleri önceden ayarlayacağız,
- Çamaşır makinesini 1-2 gün önce götürüp perdeleri yıkayıp yıkayıp asacağız,
- Evi en fazla 3. kattan tutacağız (Eski evimiz 7. kattaydı, adamların canı çıktı 7 katı merdivenle inip çıkmaktan)


Ev taşımak için en az 4 gün gerekiyor. İlk gün eşyaların taşınması, mutfağın ve yatak odasının minimal düzeyde kullanılabilir olmasını sağlamakla geçiyor. İkinci gün mutfağın ve diğer odaların kabaca yaşanabilir olması ile geçiyor. Üçüncü gün giysi dolabının ve evdeki diğer ince ayrıntıların tamamlanması ile geçiyor. Dördüncü gün ise artık oh deyip dinlenme, sabah hamam sefası akşam da balkonda mangal sefası için gerekli :)

Tabi yukarıda ki 4 nokta gözardı edilmezse çok daha pratik yerleşilebilirmiş. Biz de yeni öğrendik.

Salı, Haziran 10, 2008

Creative Zen

Zenimi aldım alalı işyerine gidiş gelişler pek bi keyiflendi. 3 ayda 20den fazla film seyrettim bu sayede :) Serviste yanımda oturan Neslihan da nasibini aldı tabi cihazdan. Kulaklığın birini o takıyor, birini ben. Beraber seyrediyoruz filmleri.
Zen de film izlemek biraz uğraştırıyor aslında. Öncelikle film taraması yapmak gerekiyor. İMDB'den veya sinema sitelerinden araştırma yapıp, film seçiyorum. Arkadaş tavsiyeleri de değerlendiriliyor tabi. Daha sonra o filmin torrentini ve uygun altyazıyı bulup indiriyorum. Sonra da PocketDivXEncoder programıyla altyazıyı filme gömüyorum ve ondan sonra Zen'e yüklüyorum. Ama verdiği keyif bu kadarcık zahmete katlanmaya değiyor doğrusu.

Birkaç hafta önce "Reign Over Me"ye seyrettik. Evde veya sinemada izlesem hıçkıra hıçkıra ağlardım muhtemelen ama serviste olunca kendimi tutmak zorunda kaldım. Filmi başkalarına anlatırken bile ağladım. Komedi filmlerinden tanıdığımız Adam Sandler, 11 Eylül olaylarında karısını, üç çocuğunu ve köpeklerini kaybetmiş ve dolayısıyla dünya ile bağını kopartmış adam rolünde öyle güzel bir oyunculuk çıkartmış ki, muhteşemdi. Hele filmin sonuna doğru, ölen karısının anne ve babasına neden ailesinin fotografını taşımadığına dair açıklama yaptığı sahnede servis mervis dinlemedim, gözümden yaşlar aktı. Kısacası, izleyin. Ama uyarayım, yakın zamanda sevdiğiniz birisini kaybettiyseniz film sizi olumsuz etkileyebilir.
(İtiraf edeyim ki, bu kadar duygusal davranmama rağmen, öte yandan ABD'li oldukları için "beter olun" diyesim de geldi.)

Cuma, Mayıs 30, 2008

Gelişmeler

Taşınmak zorundayız. Çok severek tutmuştuk şu an oturduğumuz evi. Ama ev sahibemiz de evini en az bizim kadar seviyor olmalı ki, geçtiğimiz hafta sonu "ben evime geri geçmek istiyorum" dedi. Aslında bize evi teslim ettikten 3 gün sonra da yeni evine ısınamadığını söyleyip (-ki yeni evi hemen karşımızdaki binada ve 4 oda, 1 salon, 2 banyo, amerikan mutfak, ankastre eşyalar, jakuzi vs vs içeriyor) çıkmamızı istemişti. Biz de düğüne sadece 4 gün kaldığı için ve eşyalar yerleşmeye başladığı için kabul etmemiştik :) 1 senedir ses seda çıkmayınca da herhalde alıştı yeni evine dedik. Ama yanılmışız.
Aslında işi uzatabilir ve 1 yıl daha burada oturabiliriz. Kontrat 2 yıllık. Ama düşündük ki, huzurumuz kaçacak, keyifle oturamayacağız. Ve seneye gene aynı sıkıntılar yaşanacak. O yüzden geçtiğimiz hafta aceleyle bir kaç ev baktık. Geçen sene evlilik telaşıyla karışmıştı ev bulma işi ve de 5-6 ayrı semte dağılıp ev bakmıştık. O yüzden beynimiz bulanmıştı resmen. Bu yıl biraz daha sakin, daha "ne istediğini bilen", daha bilinçli yaptık bu işi. O yüzden toplamda 5 eve bakıp işi sonuçlandırdık :)) Ancak burada da iskan sorunu var. İnşaat bitmiş, her şey tamam. İskan için belediyeyi bekliyorlar. O yüzden ancak 1 ay sonra taşınabileceğiz.
Neyse ki yeni ev sahibimiz üst düzey bir hukukçu. Uzun bir süre sorun yaşamadan otururuz herhalde burada :))

Bir gelişme de işyerinden. Malum aylardır, yıllardır 17025 laboratuvar akreditasyonu gündemimdeydi. Ama ilk ciddi adım 6 ay önce atıldı ve durum üst yönetime kabul ettirildi. Ne de olsa para onlardan çıkacak :) İlk aşamada 8 parametreden başvuracağız, bazı yöntemleri değiştirdik, validasyon çalışmalarını yapıyoruz vs vs. Ama danışmanlar iş yoğunluklarından dolayı bir türlü buraya gelemiyordu. Gerçi benim de işime geldi, o arada tezi yazdım, yüksek lisansı bitirdim, labdaki kıvır zıvır işleri sakin sakin hallettim :) Nihayet geçen gün gelebildiler ve son 2 gün yoğun bir biçimde çalıştık. Dökümanlar dışında fazla bir eksiğimiz yokmuş. Prosedür ve talimatları hazırlayacağız. 14001 ve 18001'de yazılı olan bazı prosedürlere (satın alma, İK, eğitim, IT gibi) atıfta bulunarak bir kısım yükten kurtulacağız. Bir aksilik çıkmaz ise 1 yıl içerisinde belgeyi alabileceğimizi söylediler. Yoğun günler kapıda yani.

Bu arada, Doğu Karadeniz'e gitmek istiyoruz. Kaçkarlar'ı, Ayder'i ve diğer yaylaları gezmek istiyoruz. Koca kişisi bir zamanlar gitmiş oralara ama şimdi de beraber gitmek istiyoruz. Ben zaten yıllardır oralara gitmenin hayalini kuruyordum. Sanırım bukla ile görüşeceğiz. Ama mali açıdan biraz zorlanacağız. Aynı zamanda İzmir'e de gitmek durumundayız. Şöyle bir hesapladık da, Adana-İzmir, İzmir-Ankara, Ankara-Trabzon, Trabzon-Adana gibi bir güzergahta, bir kısmı uçak bir kısmı otobüsle yapılan 10 günlük tatilin maliyeti bize en az 2500-3000 YTL'ye patlayacak! Sadece 500 yola harcamak durumundayız. Çok para. Kararsız kaldık.

not: foto-resim bulmaya üşendim şimdi. Bu yazı da böyle olsun artık.

Pazartesi, Mayıs 12, 2008

Kabak dolması

30 yaşındayım. Ve dün ilk kez kabak oyup dolma yaptım! Fena da olmamıştı tadı. Utanmalı mıyım yoksa sevinmeli miyim bilemedim :)

Cumartesi, Mayıs 03, 2008

Tabiat Ana'ya

Kitaplarla ilgili hikayemin nerede ve nasıl başladığına dair hiçbirşey hatırlamıyorum! Muhtemelen ben de her Türk çocuğu gibi ilkokulda Cin Ali serisiyle başlamışımdır. Annem ve babam pek de okuma meraklısı değillerdi. Ama ben çocukken bayılırdım elime birşeyler alıp okumaya. Bir eve misafirliğe gittiğimizde ilk baktığım yer -eğer varsa- kitaplık olurdu. Kitaplığın başına geçer, tek tek incelerdim.
Sevgili anne ve babama bunu defalarca söylediğim için buradan itiraf etmekte de bir sakınca göremiyorum. Çok güzel ve keyifli bir çocukluk dönemi geçirmedim ben. Bizimkiler gezmeyi pek sevmezdi. Mütemadiyen ekonomik sıkıntı yaşandığı için, eve kapanmayı tercih ederlerdi. Harcanan her kuruşun hesabı yapılırdı. İçine kapanık, sessiz bir çocuktum ve kitaplar benim için dış dünyaya açılan bir kapı gibiydi. Ama kitaplar da "ekstra masraf" hanesinde gözüktüğü için öyle sürekli kitap alamazdım. Ordan burdan bi şekilde elime geçen veya hediye gelen kitaplarla sınırlı oldu çoğunlukla okuduklarım. Arada bir maaş aldıkları gün bir kitap alırlardı bana. Daha doğrusu ben yalvarırdım kitap alın diye. Babam "Altın Kitaplar" serisinden birşeyler alırdı. Annem de "Kemalettin Tuğcu", "Ömer Seyfettin" ve "Gülten Dayıoğlu" kitapları getirirdi. Bir de annem dairesinde "Ana Brittannica" ansiklopedisine abone olmuştu, her ay bir fasikül gelirdi. Bayılırdım o fasikülleri okumaya.
Hızlı okumakta üstüme yoktu. İlkokul 3. sınıfta öğretmen hızlı okuma yarışması yapmıştı ve birinci olmuştum. Ama pek de güzel hatırlamam o yarışmayı zira hediye alınması için sınıftan başka öğrencileri görevlendirmişti. 2.'ye masa lambası, 3.'ye güzel bir bluz geldi. Bana ise okunmuş ve karalanmış bir "Nasrettin Hoca fıkraları" getirmişti arkadaşım. Muhtemelen hediye ile hiç uğraşmamış, evden alıp gelmişti. Zaten o kızı da hiç sevmezdim :))
Evde vaktim genellikle odaya kapanıp kitap okumakla geçerdi. Okumadan uyuyamadığımı da hatırlıyorum. Okuyacak birşey bulamazsam da, döner bi daha okurdum aynı kitapları.
"Tom Amca'nın Klübesi" "Küçük Kadınlar", "Dört Kardeştiler" ve "Düşler Çağı" en sevdiklerimdi.
Arada bir dayım bizde kalırdı. Zehir gibiydi dayım. Çok zekiydi. Çok okurdu. Halen de zekidir ve okur :) Bazen de bizde unuturdu okuduklarını ya da bilerek bırakırdı, bilemiyorum. İlkokuldayken onun okuduklarını okuyamazdım ama yaş ilerledikçe onları da okumaya başladım. Dayıma ait ilk okuduğum kitap Knut Hamsun'ın Açlık'ı oldu. Çok sevmiştim. 3 kere üstüste okudum galiba. Jack London'ın bütün kitaplarını da dayım sayesinde okudum.
Liseye geçip de harçlık almaya başlayınca kendi kitaplarımı kendim alır oldum. Sonra da ipin ucu kaçtı zaten. Kitapçıya girer, araştırma felan yapmadan, ne çıkarsa bahtıma der bir şey alır çıkardım. Belirli bir tarzım yoktu ama o zamanlar en sevdiğim yazar Maksim Gorki idi. "Ana" ile başladım, tüm kitaplarını okudum Gorki'nin.
Üniversitede ise kitap okuma alışkanlığım yavaş yavaş azaldı diyebilirim. İlginçtir, bir çok insan o yıllarda başlar kitap okumaya. O zamanlar çevremde pek çok kişi felsefe kitapları ile haşır neşirdi. Okuyorlar, anlıyorlar bi de üstüne tartışıyorlardı. Bense ısrarla okumama rağmen birşey anlıyamıyordum! Hacettepe'deydim, sosyalist geçiniyordum ama Marks'ın Kapital'ini defalarca okuduğum halde anlayamıyordum! Beynime ağrılar giriyordu. Hatta bir ara salak olduğum kanaatine bile vardım. Aynı şey Nietzsche'de de oldu mesela. 3 cümle okuyunca başım ağrımaya başlıyordu. Sonra o işlerin bana göre olmadığına karar verip o dönemler benim için daha elzem olan General Chemistry, Inorganic Chemistry, Organic Chemistry gibi eserlere döndüm!!! Felsefe okumam gerektiğini söyleyen arkadaşlardan birine Solomons'un organik kimyasını uzatıp, "sen hele şunu oku bakalım anlıyabiliyor musun?" dediğimi de hatırlıyorum :) Gerçek şu ki, ağır bir ders programımız vardı ve ben okulu uzatmadan bitirme derdindeydim. Kimyayı anlamaya çalışmaktan dolayı sosyal içerikli kitaplara beynimde yer kalmıyordu. Her ikisini yapabilecek kadar zeki de değildim ve zor da olsa bu gerçeği kabullendim. Sosyal içerikli kitaplar yerine TUBİTAK yayınlarını, bilimkurgu kitaplarını tercih etmeye başladım.

Şu an kitaplar halen hayatımın olmazsa olmazlarından. Ama hala bir tarz oturtabilmiş değilim. Keyfekeder değişiyor okuduklarım. Bir dönem Yurt Kitap Yayın'ın eserlerine takıldım. Alamut'u soluksuz okudum. Sonra bir dönemim Ayn Rand ile geçti. Bir dönem Irvin Yalom'a merak sardım. Bir ara Michael Crichton'un bilimkurguları günlerimi doldurdu. İhsan Oktay Anar'la Osmanlı'yı sevdim. İş hayatının gerçeklerine Karakter Aşınması ile alıştım. Jean Christopher Grange'la dedektif oldum.
John Zerzan'ın Gelecekteki İlkel'i Aldous Huxley'nin Cesur Yeni Dünya'sını peşpeşe okudum. Biri gelecekte avcı-toplayıcı ilkel yaşam biçimine döneceğimizi söylerken, diğeri insanların fabrikalarda üretildiği, sosyal konumlarına göre üretim yapıldığı bir dünyadan bahsetmekteydi.

Son okuduğum kitapsa Tolstoy'un Diriliş'i oldu. Evde halen daha önce alınmış ve okunmayı bekleyen veya kocamın okuduğu ama benim okumadığım veya biraz okunup yarım bırakılmış kitaplar var. Elbet onların da zamanı gelecek. Bir de "Yerdeniz Serisi" ve "Beyaz Zambaklar Ülkesinde" gibi alınıp okunacaklar listesi var.

Kitaplarım gözüm gibi bakılması gereken, çok çok kıymetli şeyler değillerdir benim için. Okuduğum kitapları başkaları da okusun diye veririm. Çoğu da geri gelmez ama birilerinin onları okuduğunu bilmek düşüncesi içimi rahatlatır.
Okuduğum kitaplar hakkında tartışmayı da sevmem. Nasıl diyeyim, sevgili gibidir o kitap benim için. Bizim aramızdadır okunanlar, hissedilenler. Özeldir. Yazar onu öyle yazmıştır ve tartışılsa da değiştirilemez artık bana hissettirdikleri. O yüzden çok sevdiğim bir kitabı yıllar sonra alıp tekrar okumayı da istemem. Çünkü ben değişiyorum, değişmişimdir ve muhtemelen ilk okuduğum zaman hissettiklerimi hissettirmeyecektir gibi düşünceler içerisindeyim. Bir de, komik gelmesine rağmen elime bir kitap geçince okumadan önce mutlaka kapağını açıp koklarım :)

Aslında hemen hergün ideefixe'e girip kitapları incelerim. Ama sanırım artık "bir kitap okudum, hayatım değişti" diyebileceğim dönemleri geçtim.

Sevgili Beray, umarım merakını birazcık giderebilmişimdir. Ben de uzun süredir görüşmediğim Çekirge'yi sobeliyeyim bari :)

Salı, Nisan 15, 2008

Pazartesi akşamları

Mümkünse pazartesi akşamına misafir kabul edilmeyecek, program yapılmayacak. Önce cnbc-e'de peşpeşe yayınlanan Without a Trace, Cold Case ve CSI-NY , sonra da TNT TV'de Lost izlenilecek.
Hani biri çıksada, dizi karakterlerinden hangisi olmak istersin dese, sanırım cevabım Stella olurdu.

Çarşamba, Nisan 09, 2008

5 dakkada değişir bütün işler

30 Mart 2008 pazar akşamı, saat 18:50. Ouz'la Pıtırcığının düğünü var saat 20:00'de, ona gidilecek. Yarım saate evden çıkacağız. Herşey hazır, sadece üstümüzü giyineceğiz.
Masanın üstündeki saklama kabı da 3 gündür orada duruyor, onu da bir kaldırayım. Ama kabın yeri dolabın en üstü, sandalyeye çıkmam lazım. E tamam, her zaman yaptığım şey zaten sandalyenin hatta tezgahın tepesine çıkıp dolap yerleştirmek :)) Saat 18:55, ben yerdeyim ve acıyla kıvranıyorum. Çünkü sandalyenin tepesindeyken telefonum çalmış, bakayım diye inerken dengemi kaybetmişim ve önce sandalyenin üstüne sonra da sandalyeyle beraber yere devrilmişiz. Eşim telaşlı ve endişeli, koşarak gelmiş bana sarılmış: "tamam, geçti, sakin ol" diyor.
Saat 19:30, ben hastanedeyim, Çukurova Üniv. Balcalı Hastanesi Acil servisinde! Zira sol bacağımın vücutla birleştiği yerde oluşan şişlik buz basmamıza rağmen inmemiş, portakal kadar olmuş ve şişmeye devam ediyor, çok sızlıyor, oturamıyorum, zor yürüyorum.
İşte böyle oldu herşey, bir anda. Film çekildi, çok şükür kırık, çıkık yok ama dedim ya, portakal kadar bir şiş var. Ve de hafiften morarıyor. Doktorlar baktı, iç kanama ihtimaliyle bir gece hastanede yatırdılar. Ağrı kesici verildi. Lasonil verildi. Ertesi gün öğlene doğru taburcu ettiler, 2 hafta da rapor verdiler. Tedavi: Günde 3-4 kez buz, peşinden lasonil, enfeksiyon riskine karşılık antibiyotik ve ağrıdıkça da ağrı kesici Dolorex (Bu arada dolorex müthiş, çok kuvvetli, anında kesiyor. ama günde en fazla 4 tane alın yazıyor prospektüste, o da sadece ilk bir kaç gün için, ve de 14 yaşından küçüklerde kullanılamaz yazmışlar.)
Takip eden günlerde şiş hafiften azaldı ama morluk her yanı sardı. Hematom deniyormuş, zamanla geçeceği ama 2-3 haftayı bulacağı söylendi. Ayrıca, anestezi altında şiş bölgede 2-2,5 cm'lik bir kesik açılıp biriken kan dışarıya boşaltılabilirmiş ama bu durumda da sürekli pansuman yapılması gerektiğini ve en az 4 gün hastanede yatmam gerektiğini söylediler, tercih etmedik.
Bugün 10. gün. Dünden beri ağrı kesici kullanmıyorum. Ama ilk günler 4 tane bile yetmiyordu, 5.'yi almamak için zor tutuyordum kendimi. İlk kez bugün 10-15 dk'dan fazla ayakta durabiliyorum. Yengeç gibi yürüyorum :)) "Yengeç burger yap da yiyelim" diye dalga geçiyor kocam :))
Oysa ki biz o akşam düğüne gidecektik, geçen haftasonu Ankara'ya gidecektik. Evet, 5 dakkada değişiyor bütün işler.
Olayın bazı güzel yanları da var tabi, tüm gün hiç bir iş yapmadan bacağımı uzatıp tv seyredebilmek, kitap okuyabilmek pek keyifliymiş :)

Laf aramızda, kadın programlarının hepsini izledim: Derya Baykal, İpek Tuzcuoğlu, Nergis Kumbasar, Berna Laçin, Esra Ceyhan, Petek Dinçöz, Serap Ezgü vs vs. Ama üç gün üst üste izlemek bünyeye fazla geldi, daha fazla izleyemedim. Ben haftaya işe başlamak istiyorum.

Salı, Mart 25, 2008

Parçalı bulutlu

Kafam karışık ve o nedenle karışık karışık yazacağım. Bu karışık cümlelerden sonra ortaya anlamlı bir gönderi çıkartmak size kaldı sayın okur. Ya da madde madde yazayım, bağlantı cümleleri kullanmaktan da kurtulmuş olurum böylece :)

1. Hımbıllaştığımı hissetmeye başladım iyice. Haftasonları spora başladık Seçil'le beraber. Cumartesi - pazar 6.30 da yollara koyulduk, ilk gün 1,5 saat, 2. gün 3 saat yürüdük. Pes etmemeye söz verdik ama yürüyüş yapmak bence form tutmak için çözüm değil, o nedenle madem ki enerji harcamaya niyetlendik, bari sonuçta elimize iyi bir şey kalsın, biz o enerjiyi fitnessta harcayalım dedik. Önümdeki hafta hayalpark içerisindeki ftness merkezine üye olacağız ve 6.30da kalkıp oraya gideceğiz.

2. Gencecik insanların servise binerken vurgulu bir şekilde "selamın aleyküm" demesinden rahatsız oluyorum. Onlara inatla "günaydın" diyorum. Başörtüsüyle felan bir problemin yok, takmak isteyen taksın ama ileride birgün bunun bana dayatılabileceği fikri içimi bunaltıyor. Israrla selamın aleyküm dedikleri zaman sanki arka planda "bir gün sen de örtüneceksin" diyorlarmış gibi hissediyorum. Geçen gün de Persepolis'i izledim zaten (3 aydır niyetliydim aslında izlemeye), iyice bunaldım. Burada da İran'lı bir mühendis var, onunla konuştuk geçenlerde. Endişelenmekte haklısın dedi. Orada bir anda oldu bitti herşey dedi, süreci geri almaya fırsatları olmamış. Ama burada sindire sindire yapılıyor değişim, çok daha derin, çok daha sağlam. Ah be anne babalar, siz bizlere politikayla uğraşma, aman çocuğum derken birileri çocuklarını öyle bir yetiştirip örgütledi ki, bakakaldık öylece. Bakın buraya yazıyorum, eğer bir gün böyle bir dayatmayla karşılaşırsam, sorun saçın gözükmemesiyse eğer, saçımı kazıtırım. Konuyla ilgili okuduğum en güzel yaklaşım ODTÜ'den Prof. Dr. Ayşe Ayata'nın söyledikleriydi: Özelde yüceltilmiş ama kamuda olmayan kadın modeli.

3. Babam biz küçükken "büyük kızım bilim adamı, küçük kızım sanatçı olacak" derdi. İçine doğmuş herhalde. Ben sanattan pek anlamam, hayalgücü diye birşey yoktur, herhangi bir şeye karşı yeteneğim de yok. Ama kardeş öyle mi? Kuvvetli bir sesi var. Çok sesli gençlik korosunda. Dansa da yetenekli. Geçen haftalarda yapılan bir yarışmada birinci olmuşlar. Yarışma esnasında çekilen videoyu izledim, duygulanıp ağladım. Ablayken böyleyse insan, anne olunca neler hisseder acep? Ama mesela hiç kitap okumaz kardeş. Ankara Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi'nin müzik bölümü için sınava girmişti liseye başlarken. Yetenek dalında 100 üzerinden 100 alarak 1. olmuştu. Ama bir de kompozisyon sınavına soktular ve orada elediler! Hiç kitap okumayan bir insandan güzel kompozisyon yazmasını bekleyemezsiniz tabi ama haksızlığın bu kadarına da pes deyip, ayrılmıştık oradan.

4. Uzun süredir şöyle gerçekten güzel bir film üretilemedi. En azından ben Yüzüklerin Efendisi ve Matrix'te kaldım hala. Neyse ki Lost var :) Lost'u henüz izlememiş olanlara müjde, kablolu yayında çıkan TNT kanalı Nisan'dan itibaren Lost'u verecek. Bu kanal benim kanalım olacakmış gibi bir his var içimde. Şu an evde sadece Discovery ve National izleniyor.

5. Biyoenerji ile ilgilenesim var.

Çarşamba, Mart 19, 2008

Yollarda harcanan zaman ve İnternetten alışveriş üzerine birşeyler yazasım var

Evimle işyerim arası yaklaşık 90 km. Tam olarak 5,5 yıldır sabah 06.50'de servise biniyorum, 08.10 gibi ofiste oluyorum. Akşam da aynı şekilde döndüğüm düşünülünce günde 2,5 saat gibi bir süre yollarda geçiyor. İstanbul'da veya Ankara'da oturan biri için bu süreler çok doğal olsa da, Adana söz konusu olunca bu kadar uzun bir yol sıradışı oluyor. Ve bu süre içerisinde "oturmak"tan başka yapabileceğim bir fiziksel aktivite yok :) İş arkadaşlarımın ezici bir çoğunluğu bu vakti uyuyarak geçiriyor. Serviste ki görüntü enteresan tabi, koca koca adamları yolda uyuklarken görmek komik olsa da(kafalar sola düşüyor, geri kalkıyor, öne düşüyor, geri kalkıyor, tekrar sola düşüyor sonra vücut da sola doğru eğimleniyor ve tam düşmek üzereyken kişi tıslayarak uyanıyor 1-2 sn durup yine uyumaya başlıyor vs..) ben bu süreyi uyuyarak harcamaktan nefret ediyorum. Uyuduğum günler de oluyor tabi, o zaman ben de komik gözüktüğümü biliyorum :))

Eğer çok uykum yoksa, bu oturarak geçen süreyi genelde gazete ve kitap okuyarak veya yanımdaki kişi ile sohbet ederek veyahutta dışarıyı izleyerek değerlendiriyorum. Özellikle bahar aylarında dışarıyı izlemek çok keyifli, çünkü yolun büyük bir kısmı tarlalar arasında ilerliyor.
Ancak son bir sene kadardır, yolda film izlemenin de çok keyifli olabileceğine kanaat getirip bir mp4 player almaya karar verdim. Ama araya evlilik nedeniyle yapılması gereken daha elzem masraflar karışınca mp4 player işi uzadı da uzadı. Gerçi fena da olmadı, bu arada fırsat buldukça mp4 playerları inceleyip fiyatları takip ettim. Teknoloji pis bir şey aslında, sürekli tüketime zorlanıyoruz. Her geçen gün daha iyisi çıkıyor piyasaya ve onlarca para verip aldığınız şeyler 3 ayda eskiyor. O nedenle alacağım şey hem fazla pahalı olmamalı hem de ihtiyaçlarımı karşılamalıydı. Bir çok formatı destekleyebilmesi, converterla felan pek uğraştırmaması ve altyazı sorunu yaşatmaması da önemliydi tabi. Ve nihayet dün karar verip Creative Zen (4 GB olanından) aldım!



Gönlümde yatan aslanlar Creative Zen Vision W ve Cowon A2 idi ama arkadaşlar kendilerine 500 YTL üzeri bir fiyat biçtiği için vazgeçtim almaktan.


Aslında şöyle oldu; önce "onları alacağıma laptop alırım" dedim, sonra "laptop alacaksam iyi bi şey olsun" dedim, sonra "PDA mı araştırsam yoksa?" dedim ve en son saçmaladığımı düşünüp hedefe odaklandım. Hedef belli: Serviste film seyredeceğim minik ve de uygun fiyatlı bir alet.
Bu tür konularda benim başvuru kaynaklarım genelde forum.donanimhaber.com, hardwaremania/forum, hepsiburada.com, gittigidiyor.com ve pek tabi ekşi sözlük tür. İnternette bulunan şöyle kıyaslamalar da işe yarıyor karar verme aşamasında. Bir de takıldıkça danıştığım teknolojiye meraklı arkadaşlar var. Sonuçta Creative Zen Vision M ile Creative Zen arasında kararsız kaldım ve nihayet dün Zen'i aldım. Kargo yarın elimde olacak.

Uzun süredir elektronik alışverişini internetten yapıyorum. Hem fiyatlar daha cazip, hem seçenek bol, hem peşin fiyatına taksit avantajları var. Hatta bezen kargo da bedava oluyor. Misal şu an kullandığım telefonu ideefixe'den almıştım 3 sene evvel. Adana'nın en büyük telefoncusu ile de görüşmüştüm, daha az taksit yaptıkları yetmiyormuş gibi bi de vade farkı koyuyorlardı ki bu da yaklaşık 75 YTL fazladan vermeme sebep olacaktı. (Bu arada telefon çok mükemmel değil ama bana yetiyor, zaten ben de görüntüsüne vurulup aldım :)
Ancak, internetten alırken de iyi araştırmak, satır aralarını iyi okumak lazım. Ben Zen'i en uygun fiyata veren üstelik aksesuarlarını da veren GİGATEK'ten aldım. hepsiburada'da kılıf ve kablo ayrı olarak, toplam 40 YTL'ye satılıyordu. İşte böyle.

Hadi hayırlısı bakalım. İlk olarak Lost'u ilk bölümden itibaren tekrar izleyesim var :) Kullanmaya başladıktan sonra da bir şeyler yazarım artık Zen ile ilgili.

Perşembe, Mart 06, 2008

UZUN YOL HİKAYESİ

Son günlerde beni en çok güldüren şey, cumartesi akşamı bizi ziyarete gelen kocamın lise arkadaşının anlattığı anısı oldu! Yazayım da siz de gülün.

Şimdi bu arkadaş 2001 yılında işyerinden bir ustabaşı ile beraber iş için Adana'dan İstanbul'a Varan Turizm ile yola çıkmış. Söz konusu işyerinde çalışmaya başlıyalı henüz bir kaç ay olmuşmuş ve de kendisinin İstanbul'a ilk gidişi imiş. Yola çıkmadan evvel, yolarkadaşı olan ustabaşı Şerafettin Abi tanıdığı bir eczaneden aldığı ilacı çantasından çıkarmış ve "bak" demiş "14 saat yol çekilmez, ben şu uyku hapını içip uyuyacağım, sen de iç bi tane"! Arkadaş istememiş, sağı solu seyrede seyrede gitmeyi tercih etmiş. "Peki o zaman, sen bilirsin, ben uyuyacağım, İstanbul'da görüşürüz." demiş ustabaşı ve kafayı çevirip gözünü kapatmış. Aradan 20 dk felan geçmiş ki, ustabaşı "AĞĞĞ" diye kıvranarak bağırmış! Otobüsteki herkes dönüp bakmış merakla, adam 3-5 saniye durup tekrar kıvranmaya başlamış "Allaaah, karnıma bir sancı girdi"! Bizim arkadaş endişelenmiş, "abi" demiş "sakin ol, bağırma". Ama adamın rengi ruhsarı atmış, acılar içerisinde kıvranıyor. Biraz durup tekrar bağırmış! Ve bir müddet bu şekilde ilerlemişler. Bakmışlar ki olacak gibi değil, hemen yol kenarında bir benzinlikçide durup, adamı tuvalete götürmüşler, gaz sancısı olabileceğini düşünüp, sırtını felan sıvazlamışlar. Ama adam ısrarla kıvranıp, "gerek yok, bu gaz maz değil. Bağırsakla da ilgili değil, bu başka türlü bir şey, hayatımda görmedim ben böyle acıyı" diyormuş. Neyse efendim, tekrar otobüse binmişler, ama değişen bir şey olmamış, adam durup durup kıvranmaya, acı içerisinde inlemeye devam etmiş. Yola çıktıktan yaklaşık 3-4 saat sonra inlemeler devam ediyorken bizim arkadaş sorunun ciddi olduğuna kanaat getirip, şöföre "yaw bu adamın hali iyi değil, yola bu şekilde devam edemeyiz, bir polikliniğe felan gidelim" demiş ve Aksaray civarında bir sağlık ocağına girmişler. Adam hemen sedyeye alınmış, nabzı, tansiyonu ölçülürken arkadaş da durumu anlatmış, "şu ilacı içti, böyle oldu" diyerek ilacı göstermiş. Sağlık görevlisi ilaca bakıp, şaşkınlıkla "yahu bu adam bunu niye içti, bu ilacı buna kim verdi ki" diye sormuş ve eklemiş: "Bu ilaç YAPAY SANCI HAPI" :))))
Arkadaş bize bu hikayeyi anlatırken o kıvranmaları birebir göstererek, yüz ifadeleri, ses taklitleri ile anlattı, gülmekten karnıma ağrılar girdi.
Ben bir anne değilim, doğum felan yapmadım ama doğum yapan arkadaşlarım var, o sancıları az çok bilirim. Suni sancının nasıl bir şey olduğu ve neden uygulandığı şurada açıklamalı olarak anlatılıyor.
Olayın ertesi günü sancılar geçip de adam normale dönünce, ilacı veren eczacıyı arayıp, sayende yolda 50 kere doğurdum deyip bi güzel haşlamış :)

Pazartesi, Şubat 18, 2008

Aysel Gürel

Cuma, Şubat 01, 2008

Alışveriş yapmak, para harcamak, tüketim çılgınlığına bir miktar katkıda bulunmak istiyorum

Deli gibi alışveriş yapmak, kendime bir sürü şey almak istiyorum! Elbiseler, etekler, çizmeler, eldivenler, kolyeler, yüzükler, sabunlar, kremler, rujlar, çoraplar, ev cicileri, aksesuvarlar, nevresim takımları, sepetler, aynalar, örtüler, bardaklar, çiçekler, gömlekler geçiyor kafamdan ama akşam servise binip de eve doğru giderken "poff" diyorum, kim gezecek şimdi! Eve gideyim de dinleneyim biraz diyorum. Eve girdikten sonra da tekrar çıkamıyorum, üşeniyorum. Sonra haftasonu geliyor, uyan, kahvaltı hazırla, evi topla derken saat geçiyor, bi bakıyorum akşam olmuş :) Sonra aniden yine pazartesi oluyor, yine iş-ev döngüsü başlıyor. Ben galiba birşeyleri yanlış yapıyorum. Haftada 4 gün çalışanlara özeniyorum, şehir merkezinde çalışıp da öğlen arasında kaçamak yapabilenlere özeniyorum.

Arada şevke gelip dolaşıyorum çarşıları ama bu sefer de ya içime sinmiyor, ya ürünün etikette yazan rakamı haketmediğini düşünüyorum, ya da "gaza gelme, evi doldurma" diye kendimi telkin ediyorum vs derken bi bakıyorum elim bomboş :) Ama ne hikmetse aysonunda kredi kartı borcu gene umduğumun üstünde geliyor! Ben galiba birşeyleri yanlış yapıyorum.

Harcamaların önemli bir kısmını taksitler oluşturuyor tabi, malum evlendik 7 ay önce. Bir miktarda hediyelere giden para var, doğumgünü, yıldönümü, yılbaşı, anne günü, baba günü bitmek bilmiyor ki :) "Hanım" diyor kocam, "hediye almayı kessen zengin olacağız biz" diyor. Haklı, ama seviyorum ki ben hediye almayı :) Daha doğrusu hediye vermeyi.

Nihayetinde koca bir indirim sezonu geçiyor ama ben benden başka herkese birşeyler almış olarak sezonu kapatıyorum. Ben galiba birşeyleri yanlış yapıyorum :)

Çarşamba, Ocak 23, 2008

ROCKTUEL RADYO İnternet Yayınında

Gerçek şu ki, müzik konusunda hafızam kötüdür. 1 ay sürekli dinlediğim şarkının adını ve sözlerini 2 ay sonra unutabilirim. (Ama mesela 4 yıl önce okuduğu ufak magazin haberini hatırlayabilen ya da ilkokulda blok flütle çaldığı şarkının notalarını hatırlayabilen enteresan bir beynim vardır!) Kulağım da iyi değildir. Dinlediğim şarkıyı kimin söylediğini hemen çıkartamam. En bilindik parçaların bile girişlerini hemen tanıyamam.
Bildiğim tek şey var ki, içinde elektrogitar tınıları olan tarzları -yumuşak veya sert hiç farketmez- hep sevmişimdir. Diğer türler ise çerezdir, olmamaları benim hayatımda eksiklik olarak algılanmaz. Onlarda da güzel parçalar var elbet hastası olabildiğim ama istisnalar kaideyi bozmaz değil mi?
Rock müzik dinlemeye başladığım zamanlar, ilk özel radyoların açıldığı zamanlara denk gelmektedir. 92-93 yılları. Ortaokul sıralarındaydım daha. Özel radyolar öncesinde sanırım sadece Polis Radyosu'ndan Şener Yıldız vardı rock müzik üzerine program yapan. Kaliteli rockerların yetişmesinde çok büyük katkıları vardır bu programın (İtiraf edeyim, Şener Yıldız'ın ismini de hemen hatırlamadım, yani "rock market" programını hatırlıyorum elbet ama yapımcının adı için google sağolsun. Bir de "Polis radyosunu dinliyorsunuz" anonsunu hatırlıyorum net olarak).
Özel radyolarla beraber pıtırak gibi rock programları çoğaldı bir anda. Rock dinleyicisinin de alternatifleri ve radyo başında geçen zaman süresi arttı zira hepsi birbirinden güzeldi bu programların. Benim o zamanlar favori radyom Gün FM'di. Hem süper eğlenceli yayıncılar vardı hem de akşamları rock müziğe doyururdu bizleri. Nedenini hatırlamıyorum ama sonra kapandı :( Onun peşineyse hayatımda çok önemli bir yere sahip olan "green radio" açıldı. Öyle bir radyodur ki o, içimdeki anarşist ruhu ilk ortaya çıkartandır, gecenin 3'ünde kahkahalarla güldürendir, radyonun yatağın başına taşınmasına sebep olandır, uyurken bile kulağıma kulaklık taktırandır, telefonla radyo programını ilk arattıran ve canlı yayına aldırandır dır dır dır. Anlayacağınız üzere, bana göre şahane programları vardı Green Radio'nun. Ama benim için en şahaneleri Cengiz Fuat Gümüşdağ'ın geyiğin dibine vurduğu "Alacageyik Kuşağı" ve sevgili Özgür'ün sunduğu "Rocktuel" idi.

"Bağımlısı" olduğum ilk ve tek radyo programıydı Rocktuel. "Rock" kapsamına giren her türe yer verirdi Özgür, gruplarla ilgili bilgi paylaşılırdı, yeni gruplar tanıtılır, sevilen müzisyen ve grup elemanları canlı yayın konuğu olarak katılırlardı. Kaç tane kaset doldurduğumu bilmiyorum Rocktuel'i dinlerken. Hepsi halen duruyor. Yıllarca büyük bir özveri ile devam etti program. Green Radio sahipleri değişince, radyonun tarzı da değişti. Roctuel de kanaldan kanala transfer oldu ama dinleyicileri hiç bırakmadı Özgür'ü. (Bakınız hatta şöyle bir grubumuz var Facebook'ta) Rocktuel'i diğer programlardan farklı kılan bir başka şey de dinleyicilerine gerçekten özen göstermesiydi. Programda dinleyicilerinden mektup yazmalarını isterdi. Tabi o zamanlar böyle e-posta, msn felan nerdee :))Ve kendisine gönderilen her mektuba mutlaka cevap yazardı. Hem de öyle 2-3 satır değil en az 2 sayfa. Üstelik öyle fazlaca boş vakti olan birisi de değildi, mimardı, AutoCAD ve benzeri program dersleri verirdi, karikatür çizerdi, davul çalardı vs vs. Arada mektuplara bonus olarak da eklerdi karikatürleri.


Aradan yıllar geçti, Roctuel zaman zaman zorunlu molalar vermek zorunda kaldı ama kaybolup gitmedi. Özgür şimdi sevgili eşi Boncuk'la Moskova'da ve esas mesleği olan mimarlığı icra ediyor (ne tesadüftür ki Boncuk Hanım da benimle aynı okuldan, alt dönemimden mezun olan bir meslektaşım). Çok şükür ki günümüzde internet var! Dün başlayan deneme yayını ile uzun süredir yayında olmayan Rocktuel'i yıllar sonra artık "Rocktuel Radyo" olarak dinlemek mümkün. Yapmanız gereken tek şey bilgisayara hala yüklü değilse winamp yüklemek ve "http://66.90.104.25:7430/listen.pls" i tıklamak :))

ps. Anlayamadığım bir şekilde fotograf eklemeden önceki yazılarda satır aralığı tekken, fotoğraf sonrasında satır araları 1,5 olmakta. Çözebilen varsa yorum bıraksın lütfen.

Perşembe, Ocak 17, 2008

En güzel bebekler

Son dönemlerde gördüğüm en güzel bebekler Tom Cruise ve Katie Holmes'un kızı Suri ve halamın torunu Nil :) Diğer anneler, teyzeler lütfen alınmasınlar, bütün bebekler çok güzel ama bu iki bebişin farklı bir güzelliği var, baktıkça bakasım geliyor. Maşallah deyin, bir taraflarınızı kaşıyın, tahtaya vurun, bi şeyler yapın işte.
Bazen sırf gözüm gönlüm açılsın diye bu bebişlerin fotograflarına bakıyorum.
Suri'yi zaten bilirsiniz, her gün gazetelerde dergilerde boy gösteriyor ufaklık.



Alttaki de bizim Surimiz :)

Gerçi artık ikisi de büyüdüler, hatta bizim Nilcik yakında (7 ay sonra) abla olacak.

Tabi bir de Doğa Hanım var, üniversite yıllarından arkadaşlarım Beray (Tabiat ana) ve Barış (Kedi Bey)'ın dilli düdük "Dodik"leri :) Gerçi henüz kendisiyle tanış(a)madık ama maceralarını heyecanla takip ediyoruz. Anne ve babası bu kadar hazır cevap değillerdi, bu kız kime çekti acep, hayret :)))

Umuyorum kaderleri de bebeklikleri kadar güzel olur.

Çarşamba, Ocak 09, 2008

Oh Beee!

11 Eylül 2007 tarihli gönderide de belirttiğim üzere, bi taraflarıma rahat batmış olmasından dolayı mezuniyetten 5 yıl sonra yüksek lisansa başlamış idim. Aslında yapmayı çok istediğim bir şeydi ama bir şekilde hep ertelenmek zoruda kalmıştı.
Ders aşaması, deneyler felan gayet keyifliydi ama iş tez yazımı kısmına gelince hoop işte orada bazı sıkıntılar yaşadım. Bilgisayar başına oturup da tarama yapmak, makale okumak, okuduklarını değerlendirmek, okuyup değerlendirdiklerini birleştirip bir sonuç ortaya çıkartmak, bulduğun sonuçları bunlarla kıyaslamak ya da bulduğun sonuçlara uygun kaynakları bulmaya çalışmak, bunları yazıya dökmek, hizalamak gibi şeyler söz konusuydu ve fakat ben bunlardan ziyade yan gelip yatmak, sevgilimle film seyretmek, gezmek tozmak, daha "eğlenceli" şeylerle uğraşmak istiyordum.
İşte o esnada bu konularda deneyimli kişilerden *ki bunların başında kocam gelir* "sen daha tam olarak sıkışmadın, son bir ayda performansın artar" tarzı yorumlar geldi. Misal, aynı tarihli yazıya yaptığı yorumda Yavuz Hocamız demiş ki:
"...Yeteri kadar sıkışmış bir lisansüstü öğrencisinin performansı kendisini bile şaşırtacak kadar yüksek olacaktır. Bunu dizel araçlara benzetirim ben. Motorin yüksek basınç ve sıcaklıkta kıvılcımsız alev alır bilirsiniz.Şubat 2008 demiştiniz değil mi? 3 ay kadar sonra aynı konuda bir yazı daha bekliyorum sizden. 5 günde (deneysel süreç hariç) biten yüksek lisans tezleri bilirim..."
O yazıdan 3 ay sonra değil ama 4 ay sonra yazıyorum hocam, evet, hepiniz haklıydınız :))
Son 2 ay kendimi teze adadım! Sabah 4'lere kadar oturdum, gözlerim kızardı bilgisayara bakmaktan, çalışma odası makale doldu, kitaplar indi kalktı, "science direct" giriş sayfam oldu, okudum yazdım, okudum yazdım, yazdım sildim bi daha yazdım, yer değiştirdim, ekledim, çıkarttım, arada kopyalayıp yapıştırdım (şşişt!), tercüme ettim, şekil çizdim, veri buldum, grafik yaptım, bunları yorumladım ve sonunda BİTTİ!
Tez şu an hocanın elinde :) Yorumlarından sonra hemen basıp enstitüye vereceğim. Geriye bir tek savunma kalıyor. Sanıyorum o da 2-3 hafta içerisinde olur.

Hayata kaldığım yerden devam edeceğim. Artık sıra, koca ile beraber uzun süredir ertelenen aktivitelerde, istediğim değişikleri bir türlü yapamadığım evimizde ve bir türlü fırsat yaratıp da görüşemediğim arkadaşlarımda :)) Bekleyişiniz sona erdi, geliyorum.

Yavuz Hoca'ya not: Kimmiş o 5 günde tezini bitirebilen şahıs? Gidip alnından öpmek ve bu başarıyı nasıl gösterdiğininin sırlarını öğrenmek istiyorum!