Perşembe, Şubat 22, 2007

Batsın bu dijital dünya

Güya dijital devrim yaşıyoruz, herşey bir tık kadar ötemizde, bir telefonla anında Amerika'ya bağlanılıyor, uydudan oturduğumuz apartman görülebiliyor, tek bir kimlik numarasıyla bütün bilgilerimize ulaşılabiliyor ama garantili olsun diye yasal yollardan, faturasıyla, üstelik de Ankara'da bulunan büyük bir firmadan aldığımız telefona ait gene faturayla alınmış, her türlü yasal işlemi yapılmış Turkcell hattımızı bir aydır açtırılamıyor? Daha da 2-3 hafta beklermişiz. Neden, çünkü IMEI numarası kopyalanmış ve de bu işler öyle faturanı göstererek ve bi dilekçe yazarak olmazmış!


Telefon annemin adına, hat benim adıma, kullanıcı ise kardeşim. Hem Turkcell hat, hem Nokia telefon 2004 yılı Mart ayında aynı yerden, faturayla alındı (Necatibey - Argold Telekominikasyon). Bu zamana kadar da sorun yoktu. Yılbaşı sonrası kardeşe bi mesaj gelmiş "IMEI numaranız bidi bididir, hattınız kapatılacaktır" diye. O da doğal olarak bana sordu. Ben de "bir hata olmuştur, senin telefonun faturalı alındı, boşver, kapanmaz" dedim. Hata etmişim, meğerse olabiliyormuş bunlar. Nitekim bir-iki hafta sonra hat kapandı! Hemen telekomun sayfasına girdik, IMEI sorgusu yapmaya. "Elektronik bilgileri değiştirilmiş cihaz" yazdı ekranda. Akabinde telekomu aradık. "Telefonu aldığınız yere başvurun, numaranızı tanıtsınlar, ancak makine sadece tek bir numara ile eşleştirilebilir" dediler. Bir seçenek de Tüketici Hakları Dernekleri'ne başvurarak telefonun değiştirilmesi talebinde bulunmakmış ama iş uzar, gerek yok diye düşünüp biz ilk yolda karar kıldık. Tabi ben Adana'da olduğum için kardeş gitti firmaya, orada "bizim yapacağımız bir şey yok, Turkcell Merkez'e gidin" demiş aklıevvelin birisi. Kardeş oraya da gitmiş, onlar da "bizle hiç alakası yok, telefonu aldığınız firma halledecek" demişler. Haydaa.... Mecbur geri dönüp beni aradı firmadan, yetkili olduğu söylenen bir zatla telefonda görüşüp ne yapılması gerektiğini ve neden ilk gelişinde Turkcell'e gönderildiğini sordum. Görüşülen kişinin teknik serviste çalıştığını ve konuyu bilmediği için yanlış yönlendirdiğini söylediler. Neyse, peki, nasıl halledeceğiz sorunu, onu söyleyin de yapalım hemen! Efendim, faturayı bulmamız lazımmış, telefonun alındığı kesin tarihi bilmiyorsak onların dökümanları bulması biraz uzarmış, zaten muhasabe & genel müdürlük de orada değil, Ulus'taymış! İşlemleri ordan yaptıracakmışız. Biraz hır gür/tartışma/polenükten sonra Ulus'taki yerin adresi, sorumlu kişi adı vs alındı, kardeş eve gidip faturayı aramaya koyuldu. Neyse ki faturayı atmamamışız, siz siz olun sakın uzun süreli kullanım için alınan hiçbir şeyin faturasını atmayın (Hatta kıyafetlerin bile, yıllar evvel, 1 yıl kullandığım paltoyu değiştirmişlerdi YKM'den). Hemen ertesi gün faturayla beraber Ulus'ta tarif edilen yere götürüp bir dilekçe dolduruldu, kullanılmak istenen telefon numarası bildirildi ve beklenmeye başlandı. Bize denilen 1 kaç gün ile 1 ay arasında telefonun kullanıma açılacağıydı ama 1 ay oldu ses çıkmayınca tekrar firmayı aradık (yani bu sabah).
Daha önce "tabi, haklısınız, mağdursunuz, bir an önce işleme alınacak vs vs" diyen şahıs ne dese beğenirsiniz: "Sizin evraklarınızı iki gün önce aracı firmaya kargoyla gönderdik, orada işlemleri tamamlanıp telekoma iletilecek, ne zaman açılır bilemeyiz!" Ama, biz taa 1 ay önce dilekçe vermiştik, neden bu tarihe kadar hiç bir şey yapılmamıştı? Çünkü, fatura 2004 yılına aitmiş, o tarihteki distribütör firmaya ve gerekli evraklara ulaşmak o kadar da kolay olmuyormuş, bi dilekçe vermekle bu işler hallolmuyormuş! Peki, ona da peki, deyip belgeleri gönderdikleri firmanın telefonunu istedim. Amacım artık taşmakta olan sabrımı dindirmek için adı geçen firmayı taciz etmek ve bi şeyleri hızlandırmaktı. Bu sefer de "arasanız da bir şey değişmez, boşuna vakit kaybetmeyin" dendi ancak ısrarlarım üzerine numara verildi. Derhal karşı tarafı aradım, olanları anlattım. Son derece nazik konuşan bir bayan, "üzgünüz ama henüz sizin adına hiç bir evrak gelmedi, isterseniz firmayla tekrar konuşun, bize evrakları hemen fakslasınlar, ben bizzat takip edeceğim" deyince tekrar aynı adamı aradım, böyle böyle böyle, sizden faks bekliyorlar, 1 saat sonra gene arayacağım o bayanı, lütfen göndermiş olun diyerek telefonu kapadım. Aradan 3 saat geçince e nasıl olsa fakslamışlardır, bundan sonra hangi aşamalardan geçeceğiz acep düşünceleriyle tekrar o bayanı aradım ve aaaaaaaa! faks felan gitmemiş onlara! Nasıl olur? Neden? Dalga mı geçiliyor benle? Neler oluyor? gibi sorularla kan beyindeyken, bir hışım aynı şahsı arayıp "ya yeter artık, daha fazla beklemicem, açıklama da istemiyorum, bi şeyler çevriliyor, oyalandığımı düşünüyorum, mahkemeyse mahkeme, ilgili heryere başvurumu yapacağım" şeklinde devam ederken bana "sizin için aynı modelde bir başka telefon ayarladım, bir kaç gün içerisinde gelip alabilirsiniz!!Kendi telefonunuzun bataryası ve kapakları da sizde kalacak, üstelik tek bir hatla değil, istediğiniz numarayla kullanabileceksiniz"dendi. FIN.

Postun özü:
* Haklı olduğuna inanıyorsan, konu soğan cücüğü bile olsa peşinden koşturmak lazım.
* Faturaları asla ve asla atmamak lazım.
* Gelen hiç bir mesaja, amaan önemsiz deyip umursamazlık etmemek lazım.

Postta yazmayan bir öz:
* Telefonla görüşüp bilgi aldığınız her kişinin adını, görevini öğrenmek lazım.
* Eski de olsa yedek bir telefona ve alternatif bir hatta sahip olmanın faydası vardır.

Buraya kadar hala sıkılmadan okudunuzsa, aynı şeylerin sizin de başınıza gelmemesini dilerim.

Çarşamba, Şubat 21, 2007

Şahsi kanaatler


Madem her 108 dk da bir o tuşlara sırasıyla basılması "the others" açısından bu kadar önem arzeden, kendilerinin ve hatta dünyanın (yahut da onların yaşadığı bir başka dünyanın) sonunu getirebilecek kadar mühim bir konu, o vakit neden bu görevi konunun ehemmiyetini idrak edebilecek, ne olursa olsun bu işten vazgeçmeyecek, tüm hayatını o tuşlara basmaya adayabilecek birilerine yaptırmıyorlar da, bize kafayı yedirtiyorlar? Belli ki bu işi yapacak kadar adama/zamana sahipler.
Madem bizimkiler oraya bir kaza eseri geldi, o vakit neden bunları karşılarına alıp "bak kardeşim böyle böyle böyle, biz son derece gizli ve önemli ve de ciddi işler yapıyoruz, aranızdan şu şu şu bizim işimize yarıyabilir, diğerlerinin de kaçmak felan gibi bi şansı yok, kaderiniz artık budur, alışsanız iyi olur" demiyolar da, bize kafayı yedirtiyolar?
Neden ben hep "basit yaşa, basit yaşa" diye kendime telkinde bulunurken, birilerinin aslında son derece karışık şeyler yaparak bizim basit hayatlarımızı alt üst etmeye çalıştığını düşünüyorum ki? Bu "LOST" dizisi, bana "sen ne kadar basit yaşamaya çalışsan da, senin idrak edemediğin, herşeyin üstünde bazı güçler var ve sen onları göremiyor, bilemiyor olsan dahi onlar senin bütün hayatını kontrol edebilme yetisine sahipler" mi demeye çalışıyor?
Neyse, ben zaten tesadüflere inanmam. Herşeyin bir sebebi vardır ve benim bu sebebi bilmiyor olmam o bilginin varlığını yoketmez. Umuyorum Lost'u yapanların da bi bildiği vardır :)

Çarşamba, Şubat 14, 2007

Gizli mesaj içermektedir :)

Pazartesi, Şubat 12, 2007

Sahnede bir dev vardı



Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi meselâ,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani, o derecede, öylesine ki,
meselâ, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut, kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel, en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak, yani ağır bastığından.



O ufacık adam sahnede tek başınaydı, ama sanki sahnede bin tane insan vardı, memleketimizden yüz tane, bin tane insan, bizim insanlarımız, Nazım'ın insanları.



Ayın altında kağnılar gidiyordu
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru
Toprak öyle bitip tükenmez
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişmeyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleri ile
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti
ayın altına öküzler
Başka ve küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık, kısacıktılar
ve pırıltılar vardı hasta kırık boynuzlarında
ve ayın altından akan
toprak,
toprak
topraktı.
(Kurtuluş Savaşı Destanı)

Teşekkürler Betty, teşekkürler Dine.

Perşembe, Şubat 08, 2007

Sapasağlam otururken bakılmak zorunda olmak

Çocukluğumdan beri hatırladığım en baskın dürtü "kendime bakabilmeliyim, kendi paramı kazanmalıyım, kimseye yük olmamalıyım" dürtüsüdür. Sırf bu dürtü yüzünden, artık anneden babadan şurdan burdan para istemek istemiyorum diyen bu iç ses yüzünden, bir an önce okulu bitireyim de çalışmaya başlıyayım diye okulu hiç uzatmadım. 80 kişi girdiğimiz bölümden 5 yıl sonunda (hazırlık da vardı) mezun olabilen hepi topu 12-13 kişiydik. Bu düşüncem hala da değişmedi.

Bir süre önce evlenen bir tırmanıcı arkadaşımız vardı. Bu arkadaşın kayınvalidesi, yolda karşılaştığı ve "damadı göremiyoruz, nerelerde" diye soran bir başka arkadaşımıza "e artık evlendi barklandı, malum para durumları pek iyi değil, bakmak zorunda olduğu bir karısı var" demiş! Huh! Niye ki? Kızı kendine bakmaktan aciz mi? Üstelik kızı da üniversite mezunu bir insan. Neden o da çalışmıyor? Madem durumları kötü, neden tüm yük sadece kocanın üstünde? Kocası serseri mayın gibi gezsin demiyorum, elbetteki çalışması lazım ama "bakmak zorunda olduğu bir karı" lafı çok ağrıma gidiyor bir bayan olarak. Elim ayağım tuttuğu müddetçe ben kimsenin sırtında yük olmak istemiyorum. Bu kişi sevdiğim, evlendiğim adam bile olsa.