Cuma, Mart 30, 2007

Sesame Street - Y'all Wanna' Single?



KoЯn'un bu güzide eserini Susam Sokağı'na adapte etmişler, bir haftadır izleyip izleyip gülüyorum.
Şarkının sözleri için şuradan buyurun.

Pazar, Mart 25, 2007

Kritizasyon

Yaw Sayko Dayı, ne yaptın sen :) Ama madem istedin, yazalım bakalım bir şeyler, sana karşı boynumuz kıldan ince. "Beni kritize et" mimi için esasında blogunu kritize etmem gerekiyor ama bunu yapmayacağım çünkü anladığım kadarıyla bu mimin hedef kitlesi bizim ki gibi kendi halinde webloglar değil. Onun yerine, pası boş bırakmayayım diye, haddim olmayarak şahsınla ilgili bir kaç kelam edeyim.
Psychedelic (nam-ı diğer Sayko Dayı)'i tesadüfen keşfetmiş olduğum LİMK'de ilk gördüğümde "oha, eleman hakikaten Sayko galiba, bulaşmamak lazım" demiştim içimden. O zamanlar Limk açılış sayfasında cıbıl fotolar serbest idi ve ana sayfadaki her üç +18'den biri Sayko Dayı'ya aitti. Şimdiki gibi Xlimk'de yoktu, onun yerine herkesin açıp bakabildiği "aklazarar" kısmısı vardı ve oradaki hakikaten aklazarar limklerin de ortalama %90'ı kendisinden gelmekteydi (aklazarar bölümünün kendisine ithafen açıldığı gibi bir rivayet de var). Bir "bağyan" olarak bu aşırılık beni rahatsız etmiş, yeni yetme dehşetengiz bir cinsi sapık (!) olduğunu düşündüm bu kişinin hiç tepki almaması sebebiyle site yönetiminden üst düzey bir tanıdığı olduğuna kanaat getirmiştim. Zira o dönem hafif.org'dan haberim yoktu, WRZL ve Dinemiz ile henüz tanışmamıştım ve de kaave'de hiç bir muhabbete girmiyordum (hatta kaaveyi okumuyordum), öyle kenardan kenardan takip ediyordum siteyi. Koca sitede dikkatimi çeken üç beş üyeden biriydi kendisi. O zamanlar bir de dillere destan Luba aşkı vardı dayının (ama yenge evli olduğu için yapılabilecek hiç bir şey yoktu). Bir müddet sonra, sanırım sitede veya keditasması'nda yaptığı bir yorumdan ötürüydü, hiç de öyle boş bi yeni yetme olmadığını farkettim. Şu an anımsayamadığım bu yorumda kullandığı bir cümle ile silkelenmiş "vay be, saykoya bak sen, yanlış yorumlamış, önyargılı davranmışım galiba" deyip daha dikkatli takip etmeye başladım. Zaten o andan sonra da kendisinin aslında camia da ne kadar çok sevildiğini, "dayı" diyenlerin hiç de haksız olmadığını anlamam pek uzun sürmedi. Direkt bana karşı bir şey söylememiş olsa da, "açık görüşlü" olduğunu iddaa eden ben gibi bir şahsiyete hiç de öyle olmadığımı farkettirmişti. Benim cinsi sapık sandığım kişi aslında iş güç sahibi bir insan, aynı zamanda bir şirin kız babası idi ve sanırım tek derdi lafını esirgemeden ve de lafı dolandırmadan "a ha bakın böylesi de var" demekdi. Ancak, onca limkine rağmen "Psychedelic" deyince aklıma şu hikaye gelmektedir (ki bakınız hala toplumsal baskıları ve ahlaki kavramları üzerinden atamayan terbiyeli bir insan olmamdan ötürü direk link atamıyorum).

Bir de takipçisi olduğum Sayko Haberler var ki, dayıyı anıp da orayı anmamak olmaz, hastasıyız.

Adet yerini bulsun diye illa ki birine pas atmam gerekiyorsa eğer, burayı kesin olarak takip ettiğini bildiğim tek blogger olan Dinemiz'e atayım pası. Almazsa da, havada kalsın, kim isterse o alır.

Perşembe, Mart 22, 2007

Dünyanın bütün çevrecileri, birleşin!

Bu sabah Milliyet'te okuduğum bir haber:
"
.
Çek Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus, iklim değişikliğinin "asılsız" olduğunu iddia etti ve çevre örgütlerinin faaliyetlerini "komünizmden daha tehlikeli" bulduğunu bildirdi. Başkanlık basın bürosunca yapılan açıklamaya göre, Klaus, bazı Amerikan milletvekillerine yolladığı mektupta, "Komünizmin yerini çevrecilerin hırsı aldı" ifadesini kullandı.
Çek lideri, çevrecilerin mantığının, tarihsel bakımdan çok kısa ve eksik gözlemlere dayandığını ve öne sürülen verilerin, felaket senaryolarını asla doğrulamadığını iddia etti
.
.
"

Evet, genel olarak böyle bir düşünce var. Deniyor ki, 80'lere kadar son derece faal olan komünizm aktivistleri, tüm "kapitalist" ülkelerde komünizme karşıt görüşlerin artmasıyla baskı altına alındı, susturuldu ama şimdi onlar ve onların halefleri "çevre" ve "insan hakları" konularında faaliyet gösteriyorlar.
O vakit şimdi de, önemli bir çevre kuramcısının "Das Pollutant"ı bir an önce yazıp çoğaltmasını bekliyoruz!
(İngilizce bilmeyenler için, bkz. pollutant)

Pazartesi, Mart 12, 2007

Güzelleme

Güzellik gelip geçicidir, önemli olan ruh güzelliğidir dense de, her kadın güzel olmak ister. Yoksa neden google'da "güzellik" deyince 9 milyon 700 bin sonuç çıksın? "Güzellik" kavramının kişiden kişiye değiştiğini düşünürsek, önce neye güzel dendiğini kararlaştırmak lazım. "Güzel" deyince benim aklıma gelen iki kadın var: Monica Bellucci ve Famke Janssen. Bellucci'yi zaten bilirsiniz. Ekstra açıklama yapmama gerek yok.


Famke'yi de X-Men'de Phoenix rolünde ve NipTuck'ta yaşam koçu Ava Moore olarak gördük. Ancak sanırım Famke fotograf vermeyi pek beceremiyor. Hani beyazperdede görmesem çirkin bile diyebilirim yakın çekim fotolarına bakıp. Hayatı boyunca çekilmiş fotolarından hepi topu 3-5 tanesi güzel çıkmış bir kişi olarak onu çok iyi anlıyorum, tek farkımız benim gerçekte de pek güzel olmamam!


Famke'de biraz estetik kokusu var gibi ama ister estetikli olsun, ister doğal, güzel güzeldir.
Yakışıklı konusunda da düşündüm aslında ama çocukluğumdan beri bu konuda değişken fikirler içerisindeyim. Bi gün "evet bu adam yakışıklı" dediğim biri için üç gün sonra "iyy çirkinmiş be, o ne biçim bakış öyle" diyebilen bir kişiyim. O nedenle örnek isim veremiycem, herkesin yakışıklısı kendine :)
Not: Son paragraftaki cümleler "topluma örnek olması gereken, TVlerde felan boy gösteren şahıslar" sınıfı için geçerlidir.

Bir de, geçen hafta kendime bir güzellik yaptım, ilkokuldan beri ilgimi çeken bir konu olan antropolojiye nihayet bilimsel bir adım attım ve Nephan Saran'ın "Antropoloji" adlı kitabını aldım. "Bu kitap İstanbul Üniversitesi Edebiyat fakültesi Antropoloji Bölümü'nde birinci ve ikinci sınıflarda verilen ders notlarımın derlenmesiyle oluşturulmuştur.....
...Antropoloji hala pek çok kişi için ya sadece bir isim ya da içeriği pek bilinmeyen bir sosyal bilim dalıdır. Bu nedenle kitap ikili bir amaca yönelmiş, bir tarafta öğrenciye, olabildiğince yalın bir şekilde, antropolojinin temel konuları ve tarihsel gelişimi anlatılmış öte taraftan bu bilim dalını merak edenler için bir kaynak kitap sağlamaya çalışılmıştır
." demiş hoca. İşte tam da benim aradığım şey!

İlkokulda hep "arkeolog olacağım, prehistorya arkeolojisi" okuyacağım derdim. Ama heyhat, hayat bize kimyayı uygun gördü :) (Daha doğrusu sosyalde arkeoloji dışında okumak isteyeceğim bir bölüm olmadığı için ve de okulun coğrafya hocasından nefret ettiğim için matematik-fen dalını seçtim lise sıralarında. Tanrım, iyi ki öğretmen değilim, farkında olmadan nasıl da etkiliyorlar koca bir hayatı! Muhtemelen onun umrunda bile değildir hangi mesleği seçtiğim, hatta varlığımdan bile haberdar değildir. Neyse ki kimyayı seviyorum.)
Teşekkür ederim.

Perşembe, Mart 01, 2007

Havalar da pek sıcak bu aralar


"Küresel müresel ama iyi ısındık haa!" diyerek gireyim konuya. Ama iş ciddi aslında, pek de öyle şakalara gelir bi yanı yok.
Herşeyden evvel söylemem gereken bir şey var, ben fosil yakıtla çalışan bi enerji santralinde çalışıyorum. Yani küresel ısınmanın nedenleri arasında gösterilen CO2 salınımında en büyük paya sahip olan bir sektörde. Tabi şimdi maaşını oradan alan bir kişi olarak bu konularda yazıp çizmek ne kadar doğru olur ya da söylediklerime ne kadar güven duyulur, orası tartışılır. Ama ben yine de yazacağım.

Ahkam kesmeye başlamadan önce basitçe bir santralde ne oluyor da CO2 çıkıyor, onu açıklamak lazım: Büyükçe bir yanma kazanı düşünün, içerisinde yakıt yakılıyor, kazanın etrafında da dolanıp duran borular var. Bu boruların içerisinden su geçmekte. Kazanda yanma başlayıp da ısı yükselince boruların içerisindeki su da ısınıyor ve buhar haline geliyor. Çeşitli sistemler vasıtasıyla sıcaklığı (~500 C) ve basıncı arttırılan buhar, 100 bar üzerinde bir basınçla kızgın buhar olarak türbine gönderiliyor. Gerisi tıpkı bir bisikletteki ön lamba sistemi gibi, türbin kanatlarının dönmesiyle oluşan mekanik enerji, jeneratörlerde elektrik enerjisine çevrilip dağıtım hattına iletiliyor. Yani yakıtın yakılmasındaki tek amaç suyu kızgın buhar haline getirebilmek. Tabi kullandığınız yakıtın enerjisi ne kadar yüksekse (ki buna da kalorifik değer deniliyor) yakıtınız o kadar iyi yanıyor. En iyi yakıt kaynakları ise organik kökenli, yani yapısında karbon içeren, maddeler ve bunların yanması sonucu da ortaya CO2 çıkıyor. Yanma dediğimiz işlem de aslında yapının oksijenle reaksiyona girmesidir. CO2 çıkınca ne olduğunu da sera gazları ile ilgili yayınlardan biliyorsunuz.


Enerji santrallerinin İngilizce karşılığı "Power Plant". Ve hepimiz biliyoruz ki "Power is the money, money is the power". (Power ve money deyince aklıma hemen şu şarkı gelir, güzel şarkıdır zannımca). E bebekliğimizden beri beynimize kazınan "güçlü olan yaşar" tümcesi ile bir önceki cümledekileri birleştirir ve ülkeleri kişileştirirsek eğer "enerji santrali olan ülke zengin ülkedir, güçlü ülkedir, yani rahatça yaşar" gibi bir sonuca ulaşırız ki bu son derece basit açıklama bize neden ülkelerin enerji politikalarını değiştirmekte çok da hevesli olmadığını açıklar. (Hem ayrıca, Amerika'nın neden Irak'a saldırdığını, koskoca ülkeyi yerle bir ettiğini, hepimiz artık gayet iyi biliyoruz [Saddam'ın nükleer silahları yüzünden], di mi? Orada bulduğu nükleer silahları(!) oturup içecek hali yok herhalde)

Bildiğim kadarıyla CO2 yi tutucu bir filtre henüz hiçbir santralde yok. Daha doğrusu böyle bir teknoloji yok, en azından yüksek ölçekli işletmelerde kullanılabilir düzeyde değil. Dolayısıyla "bacalara filtre takılsın" önerisinin sera gazlarına bir etkisi olmamakta. Halihazırda uygulanan filtre ve arıtma sistemleri son derece verimli çalışmakla beraber sadece bacagazı içerisinde bulunan külü, tozu ve asit yağmurlarına sebep olan kükürtdioksit (SO2) ve azotoksitleri (NOx) tutmakta. Ki Kyoto'ya kadar (yani 10 yıl öncesine kadar) CO2'den fazlaca bahseden de yoktu. Akut etkilerinden dolayı kül ve asit yağmuru konuları daha öncelikliydi. Onlara çözüm bulundu, şimdi sıra CO2'de. Ama şu anki koşullarda buna en iyi çözüm bol bol ağaç dikmek.

CO2 emisyonları konusunda uluslarası geçerliliği olan tek yaptırım Kyoto Protokolü. Ne diyor Kyoto'ya imza atan ülkeler? "CO2 emisyonlarıma dikkat edeceğim, kontrollü yapacağım, endüstrimi emisyon değerlerini düşürecek şekilde planlayacağım". Kyoto'yu imzalamalı mıyız? Evet, elbette. Zaten protokol gelişmiş ülkelerden ziyade bizim gibi gelişmekte olan ülkeler için önem taşıyor ki, enerji politikalarını düzenlerken bu konulara dikkat etsinler. Salan saldı, bari bundan sonrakiler salmasın mantığı söz konusu. Şahsen şu an çalıştığım şirket konusunda en ufak bir tereddütüm, huzursuzluğum yok. Zira CO2 salınımı konusunda bizden fersah fersah önde olan ülkeler var, Çin gibi, Hindistan gibi. Ayrıca ülkemizde ciddi bir enerji açığı sıkıntısı olduğu da kabul edilmesi gereken bir başka gerçek.


* Gece vakti dünya, nasıl da ışıl ışıl (!)

Neden huzurlu olduğumu açıklamak istiyorum: Diyelim ki Kyoto'yu imzaladık, termik santraller (yani kömür, doğalgaz gibi organik kökenli yakıt kullanılan santralleri) ve nükleer santral kurmayacağız. E sonra? Deniz, güneş, rüzgar bize yeter mi gerçekten? Birileri kızabilir ama bu düşünce karşısında hissettiklerim "imagine all the people living life in peace"i duyunca hissettiğimle aynı (İçten içe hissedilen bir coşku, ruhun nefes alması, yüzü yukarı kaldırılıp göğe bakarak gülümseme ve bu saatten sonra kısa vadede bunun olamayacağına dair hüzün dolu bir inanışla gerçeğe dönme) Ayrıca şöyle gerçekler de var gözümüzün pek görmediği.
Gelişmiş ülke denince akla gelen en temel tanım (bilimsel yayınlarda kullanıldığı şekli ile) "kişi başına harcanan enerji miktarının çokluğudur." En gelişmiş ülke olduğu kabul edilen Amerika'da bu tüketim manyaklık düzeyinde! (Ki üstteki haritadan da net olarak görülüyor. Misal, "Inconvenient Truth" belgeselini hazırlamış olan Al Gore'un da bir teknoloji delisi olduğu, evinde kullandığı elektronik malzemelerden ötürü ödediği aylık faturanın sıradan bir vatandaşın bir yıllık miktarına eşit olduğu açıklanmış)


* Las Vegas'ta gece.

Son derece net olan gerçek şu ki: Biz insanlar elektriği bu derece kullandığımız müddetçe güneşin, denizin, rüzgarın günümüz teknolojisi ile bize yetmesi mümkün değil! Çünkü gelişmek tek amacımız ve geliştikçe daha çok elektrik harcayacağız, ve daha çok ve daha çok ve daha çok... Evimizde bile her geçen gün elektrikli alet sayısı artmıyor mu? Her yıl bi taraflara kablo çekmek, çoklu priz takmak zorunda kalmıyor muyuz? (Gerçi elektrik tüketiminin en büyük kısmı ev dışında oluyor. Su arıtımı, hastaneler, şehir aydınlatması, ulaşım, inşaat, otomotiv vs vs)

Kendi adıma, aydınlatma sistemlerinin olmadığı bir çağda yaşamayı tercih ederim. Akşamları TV veya bilgisayar başında değil de mum ışığında oturup sohbet etmeyi, hayatın daha yavaş geçmesini, geceleri gökyüzünü ışık kirliliği olmadığı için net olarak görebilmeyi, ulaşım için metroyu kullanmak yerine yürüyerek veya at sırtında yapmayı, klima yerine battaniyeye sarınmayı, dondurulmuş gıda yerine taze gıda kullanmayı tercih edebilirim. Zaten binlerce yıl o şekilde yaşamadık mı? Fakat bunu herkes yapar mı acaba? Sağlık sektöründe ve bilimsel araştırmalar için kullanılan enerji miktarını nasıl azaltacağımız konusundaysa söyleyebilecek hiç bir şeyim yok ama aklımıza gelen her konuda "daha hızlı ve daha çok olmalı" felsefesiyle yaşadığımız müddetçe ne enerji politikaları kolay kolay değişebilir, ne de yenilenebilir enerji kaynakları bize yetebilir.



Bugüne kadar yapılmış olan en önemli buluş nedir sorusuna cevabım "kesinlikle elektrik" olacaktır. Ama bu müthiş keşfi üretmenin ve kullanmanın başka yollarını bulamazsak eğer aydınlanmamızı sağlayan şey (hem gerçek hem de mecazi anlamda) büsbütün karanlığa götürecek gibi duruyor. Evet, gücü olan kazanır ama doğanın gücüyle de kimsenin boy ölçüşemeyeceği ortada.