Perşembe, Mart 01, 2007

Havalar da pek sıcak bu aralar


"Küresel müresel ama iyi ısındık haa!" diyerek gireyim konuya. Ama iş ciddi aslında, pek de öyle şakalara gelir bi yanı yok.
Herşeyden evvel söylemem gereken bir şey var, ben fosil yakıtla çalışan bi enerji santralinde çalışıyorum. Yani küresel ısınmanın nedenleri arasında gösterilen CO2 salınımında en büyük paya sahip olan bir sektörde. Tabi şimdi maaşını oradan alan bir kişi olarak bu konularda yazıp çizmek ne kadar doğru olur ya da söylediklerime ne kadar güven duyulur, orası tartışılır. Ama ben yine de yazacağım.

Ahkam kesmeye başlamadan önce basitçe bir santralde ne oluyor da CO2 çıkıyor, onu açıklamak lazım: Büyükçe bir yanma kazanı düşünün, içerisinde yakıt yakılıyor, kazanın etrafında da dolanıp duran borular var. Bu boruların içerisinden su geçmekte. Kazanda yanma başlayıp da ısı yükselince boruların içerisindeki su da ısınıyor ve buhar haline geliyor. Çeşitli sistemler vasıtasıyla sıcaklığı (~500 C) ve basıncı arttırılan buhar, 100 bar üzerinde bir basınçla kızgın buhar olarak türbine gönderiliyor. Gerisi tıpkı bir bisikletteki ön lamba sistemi gibi, türbin kanatlarının dönmesiyle oluşan mekanik enerji, jeneratörlerde elektrik enerjisine çevrilip dağıtım hattına iletiliyor. Yani yakıtın yakılmasındaki tek amaç suyu kızgın buhar haline getirebilmek. Tabi kullandığınız yakıtın enerjisi ne kadar yüksekse (ki buna da kalorifik değer deniliyor) yakıtınız o kadar iyi yanıyor. En iyi yakıt kaynakları ise organik kökenli, yani yapısında karbon içeren, maddeler ve bunların yanması sonucu da ortaya CO2 çıkıyor. Yanma dediğimiz işlem de aslında yapının oksijenle reaksiyona girmesidir. CO2 çıkınca ne olduğunu da sera gazları ile ilgili yayınlardan biliyorsunuz.


Enerji santrallerinin İngilizce karşılığı "Power Plant". Ve hepimiz biliyoruz ki "Power is the money, money is the power". (Power ve money deyince aklıma hemen şu şarkı gelir, güzel şarkıdır zannımca). E bebekliğimizden beri beynimize kazınan "güçlü olan yaşar" tümcesi ile bir önceki cümledekileri birleştirir ve ülkeleri kişileştirirsek eğer "enerji santrali olan ülke zengin ülkedir, güçlü ülkedir, yani rahatça yaşar" gibi bir sonuca ulaşırız ki bu son derece basit açıklama bize neden ülkelerin enerji politikalarını değiştirmekte çok da hevesli olmadığını açıklar. (Hem ayrıca, Amerika'nın neden Irak'a saldırdığını, koskoca ülkeyi yerle bir ettiğini, hepimiz artık gayet iyi biliyoruz [Saddam'ın nükleer silahları yüzünden], di mi? Orada bulduğu nükleer silahları(!) oturup içecek hali yok herhalde)

Bildiğim kadarıyla CO2 yi tutucu bir filtre henüz hiçbir santralde yok. Daha doğrusu böyle bir teknoloji yok, en azından yüksek ölçekli işletmelerde kullanılabilir düzeyde değil. Dolayısıyla "bacalara filtre takılsın" önerisinin sera gazlarına bir etkisi olmamakta. Halihazırda uygulanan filtre ve arıtma sistemleri son derece verimli çalışmakla beraber sadece bacagazı içerisinde bulunan külü, tozu ve asit yağmurlarına sebep olan kükürtdioksit (SO2) ve azotoksitleri (NOx) tutmakta. Ki Kyoto'ya kadar (yani 10 yıl öncesine kadar) CO2'den fazlaca bahseden de yoktu. Akut etkilerinden dolayı kül ve asit yağmuru konuları daha öncelikliydi. Onlara çözüm bulundu, şimdi sıra CO2'de. Ama şu anki koşullarda buna en iyi çözüm bol bol ağaç dikmek.

CO2 emisyonları konusunda uluslarası geçerliliği olan tek yaptırım Kyoto Protokolü. Ne diyor Kyoto'ya imza atan ülkeler? "CO2 emisyonlarıma dikkat edeceğim, kontrollü yapacağım, endüstrimi emisyon değerlerini düşürecek şekilde planlayacağım". Kyoto'yu imzalamalı mıyız? Evet, elbette. Zaten protokol gelişmiş ülkelerden ziyade bizim gibi gelişmekte olan ülkeler için önem taşıyor ki, enerji politikalarını düzenlerken bu konulara dikkat etsinler. Salan saldı, bari bundan sonrakiler salmasın mantığı söz konusu. Şahsen şu an çalıştığım şirket konusunda en ufak bir tereddütüm, huzursuzluğum yok. Zira CO2 salınımı konusunda bizden fersah fersah önde olan ülkeler var, Çin gibi, Hindistan gibi. Ayrıca ülkemizde ciddi bir enerji açığı sıkıntısı olduğu da kabul edilmesi gereken bir başka gerçek.


* Gece vakti dünya, nasıl da ışıl ışıl (!)

Neden huzurlu olduğumu açıklamak istiyorum: Diyelim ki Kyoto'yu imzaladık, termik santraller (yani kömür, doğalgaz gibi organik kökenli yakıt kullanılan santralleri) ve nükleer santral kurmayacağız. E sonra? Deniz, güneş, rüzgar bize yeter mi gerçekten? Birileri kızabilir ama bu düşünce karşısında hissettiklerim "imagine all the people living life in peace"i duyunca hissettiğimle aynı (İçten içe hissedilen bir coşku, ruhun nefes alması, yüzü yukarı kaldırılıp göğe bakarak gülümseme ve bu saatten sonra kısa vadede bunun olamayacağına dair hüzün dolu bir inanışla gerçeğe dönme) Ayrıca şöyle gerçekler de var gözümüzün pek görmediği.
Gelişmiş ülke denince akla gelen en temel tanım (bilimsel yayınlarda kullanıldığı şekli ile) "kişi başına harcanan enerji miktarının çokluğudur." En gelişmiş ülke olduğu kabul edilen Amerika'da bu tüketim manyaklık düzeyinde! (Ki üstteki haritadan da net olarak görülüyor. Misal, "Inconvenient Truth" belgeselini hazırlamış olan Al Gore'un da bir teknoloji delisi olduğu, evinde kullandığı elektronik malzemelerden ötürü ödediği aylık faturanın sıradan bir vatandaşın bir yıllık miktarına eşit olduğu açıklanmış)


* Las Vegas'ta gece.

Son derece net olan gerçek şu ki: Biz insanlar elektriği bu derece kullandığımız müddetçe güneşin, denizin, rüzgarın günümüz teknolojisi ile bize yetmesi mümkün değil! Çünkü gelişmek tek amacımız ve geliştikçe daha çok elektrik harcayacağız, ve daha çok ve daha çok ve daha çok... Evimizde bile her geçen gün elektrikli alet sayısı artmıyor mu? Her yıl bi taraflara kablo çekmek, çoklu priz takmak zorunda kalmıyor muyuz? (Gerçi elektrik tüketiminin en büyük kısmı ev dışında oluyor. Su arıtımı, hastaneler, şehir aydınlatması, ulaşım, inşaat, otomotiv vs vs)

Kendi adıma, aydınlatma sistemlerinin olmadığı bir çağda yaşamayı tercih ederim. Akşamları TV veya bilgisayar başında değil de mum ışığında oturup sohbet etmeyi, hayatın daha yavaş geçmesini, geceleri gökyüzünü ışık kirliliği olmadığı için net olarak görebilmeyi, ulaşım için metroyu kullanmak yerine yürüyerek veya at sırtında yapmayı, klima yerine battaniyeye sarınmayı, dondurulmuş gıda yerine taze gıda kullanmayı tercih edebilirim. Zaten binlerce yıl o şekilde yaşamadık mı? Fakat bunu herkes yapar mı acaba? Sağlık sektöründe ve bilimsel araştırmalar için kullanılan enerji miktarını nasıl azaltacağımız konusundaysa söyleyebilecek hiç bir şeyim yok ama aklımıza gelen her konuda "daha hızlı ve daha çok olmalı" felsefesiyle yaşadığımız müddetçe ne enerji politikaları kolay kolay değişebilir, ne de yenilenebilir enerji kaynakları bize yetebilir.



Bugüne kadar yapılmış olan en önemli buluş nedir sorusuna cevabım "kesinlikle elektrik" olacaktır. Ama bu müthiş keşfi üretmenin ve kullanmanın başka yollarını bulamazsak eğer aydınlanmamızı sağlayan şey (hem gerçek hem de mecazi anlamda) büsbütün karanlığa götürecek gibi duruyor. Evet, gücü olan kazanır ama doğanın gücüyle de kimsenin boy ölçüşemeyeceği ortada.

2 yorum:

gülş dedi ki...

olayı o kadar net ve güzel açıklamışsınız ki bi kimya mühendisi olarak (yarım kimya mühendisi diyelim zira hala okunacak bir dönemim ve yazılacak bir tezim var =]) hayran kaldım ve çok takdir ettim. şöyle bir şeyden bahsetmek isterim, evsel atıkların gazlaştırılması metoduyla da yüksek miktarda elektrik eldesi mümkün, hatta bu işin tesislerini yurt dışında kuran türk bir firma dahi mevcut ama nedense asla gündeme gelmiyor belki de gelemiyor. evet belki tek başına yeterli bir enerji kaynağı olmayacaktır ama zararın da neresinden dönersek kar olmaz mı acaba?
sevgiler.

CHROMA dedi ki...

"Temiz enerji" kaynağı olarak kullanılabilecek o kadar çok yöntem var ki aslında. esas sorun, maliyetlerin çok yüksek olması veya bu tarz kaynakların büyük ölçekli üretim yapamamasından kaynaklanıyor. Şahsi kanaatim, hiçbir maliyet hesabının doğanın ve canlıların sağlığından daha önemli olmaması gerektiği yönünde ama kapitalist ve güç odaklı yaşam biçimi böyle demiyor işte. Hiç bir ülke, kendini kurban etmek istemiyor.
Aslında kömür son derece değerli bir maden ve biz bu madeni basitçe yakarak resmen heba ediyoruz! Beni en çok heyecanlandıran bilimsel gelişme, senin bahsettiğine yakın bir yöntem olan, kömürün gazlaştırılması ile çalışan santraller. Gazlaştırma sonucu hidrojen, metan, azot vs gibi elde edilen pek çok ürün var. Bunları farklı endüstrilerde hammadde olarak kullanmak mümkün. Hidrojenin de gaz türbinlerinde kullanılması ile elektrik üretiliyor. Ama işte işlem böyle laftaki gibi kolay değil. Mesela ABD'de bu şekilde elektrik üretimi için "futuregen" diye bir proje var. Ayrıntılar "http://www.futuregenalliance.org/" adresinde yazılı. Ama malesef halen yaygın kullanılabilir düzeyde değil.
Bir de CO2 depolama üzerine çalışmalar var. Gugıl da CSS (Carbon captur and storage) diye ararsanız birçok şey bulabilirsiniz. Aslında önemli olan kirliliği oluşmadan önleyebilmek ve ben inanıyorum ki bizden sonraki nesil enerji üretimi konusunda bambaşka bir dünyada yaşayacaklar.