Pazartesi, Aralık 10, 2007

101. gönderi ve bu sabahın getirdikleri

Nisan 2006'da başlamışım bloglayıp saklamaya. Aslında çok daha uzun süredir blog takipçisiyim (2003'lere uzanır blog kavramıyla tanışmam). Başlayıp başlamama konusunda çok kararsız kalmıştım ama hadi dedim bir yazayım, gittiği yere kadar gider. Edebi bir eser bırakmak gibi bir niyetim yok sonuçta. Birilerini etkilemek çabası içerisinde değilim. Öyle kendimce, sadece kendim için, arada birilerine mesaj göndermek için, canım sıkılırsa dönüp okuyup vakit geçirmek için, biraz da bilgisayar bilgimi geliştirmek için başladım. Hem defter gibi yanımda taşıma zorunluluğum da yok. İnternete girilebilen heryerden bağlanabilir, okuyabilir, ekleyebilirim. Bu derece özgür olabilmek çok keyifli. 100 gönderi yazmışım bu güne kadar. Bu da 101.

Bu sabah gene gazete okuyarak geldim işe. Ancak son 5 aydır eskiden olduğu gibi ana gazeteyi değil, sadece magazin eklerini ve bölgesel ekleri okuyabiliyorum. Çünkü 5 ay önce servisim değişti, yeni geçtiğim serviste gazeteler zaten paylaşılmıştı, bana da sadece magazin ekleri kalmıştı :) Bende üç büyük (ve yanlı) gazetenin magazin eklerini serviste okuyorum (ki gerçekten 1 saatimi alıyor hepsini okumak), sonra da gelip odamda internetten gazeteleri okuyorum. Yanlış anlamayın, magazini asla küçümsemem, çok ciddi bir iş olduğuna inanıyorum. Zaten o yüzden de kaliteli magazin programları son derece azdır. Ve evet, "
celebrity"lerin özel hayatlarını (yargılamadan) okumak hoşuma gidiyor. (Yargılayanların da dönüp şöyle bir kendi hayatlarını sorgulatasım geliyor). Güzin Abla köşesinde yurdum insanının dertlerini ve Güzin Abla'nın (aslında Feyza Abla'nın) "çevir kazı yanmasın" tarzı öğütlerini okumaktan, Onur Baştürk ve türdeşlerinin gece/eğlence hayatıyla ilgili "basitçe yazılmış ama akıcı ve de komik" yazılarından keyif alıyorum. Ama bugünkü konumuz bunlar değil. Bugünkü konumuz Ayşe Özyılmazel ve Nilay Örnek'in yazdıkları:

Ayşe, babasıyla ilgili
yazmış ve demiş ki:
"...Bıraktım dargınlıkları, kırgınlıkları, çözülmemiş dosyaları. Artık masaya yatırmak bile geçmiyor içimden eski davaları... Çünkü dedikleri çok doğru, zaman ilaç gibi geliyor her şeye. Gerçekten de an geliyor haklı olmanın bir anlamı kalmıyor. Şimdi babamı yaşamak gerekiyor. Unutulanları hatırlamak, babaya doymak gerekiyor. Olduğu gibi sevmek gerekiyor. Gerisi boş, insan sonra anlıyor! Artık büyümek gerekiyor."

*17 yaşında ki "babam" ve hiç tanıyamadığım babaannem.

(Ben de hayatımın bir döneminde tam bir sene babamla hiç görüşmedim çünkü çok kızgındım ona. Detaya girmeyeceğim, sonra barıştım ve olgunlaştım. Ayşe'nin yazdıkları o günleri hatırlattı. "Ey okur", yargılamak ve infaz etmek çok kolay. Ama söz konusu aile ise, infazın bir anlamı yok. Onlar sizin canınız, kanınız, kıymetlerini bilin.)
.
Nilay'sa "Amy Winehouse" ve genel olarak "arızalılar" hakkında
yazmış ve demiş ki:
"...… Çoğu zaman olduğu gibiliği hoşuma gidiyor; bana temiz raporu, sabıka kaydı vermesi de gerekmiyor zaten. Amy Winehouse gibi, rezillik de yapsa, bakar bakar yine de dinlerim. Ama sanatçı sorunlu bir tip olacak diye bir şey de yok, bizde istendiği gibi sütten çıkma ak kaşık olacak diye de… Ama ''arızalıktan iş çıkarabilenler'' en iyileri oluyor sanki… Amy Winehouse’u dinleyin dememe gerek var mı?"



Bundan aylar önce Mehmet Tez'in de kafayı kazıtan Britney Spears ile ilgili bir yazısı vardı. (ara not: Britney ile Amy'nin ses kalitesini karşılaştırmaya bile gerek yok, elbette Amy ezer geçer.) Ozzy Osbourne'u, Elton John'u, Alice Cooper'ı felan örnek gösterip kısaca "klübe hoşgeldin" diyordu Britney'e.

LSD ile ilgili yazımda sonlara doğru "hiç kullanmadım ama konu karışık" derken demek istediğim aslında buydu. Yani nasıl desem, kardeşimi felan öyle bir bağımlılık içerisinde görmeyi, gün geçtikçe eriyip bittiğini, kontrolü kaybettiğini görmeyi asla istemem ama işte böyle de örnekler var. Aksi halde bir Pink Floyd, bir Kurt Cobain, bir Janis Joplin efsaneleri olmayabilirdi. Zor bre vallahi zor.

Neyse işte sabah bunları düşünüp işe geldim. Maillerimi açtım. Outdoor Oracle'dan zaman zaman mail gelir. Bugün gelen e-postada elektriğe bağımlılığımızın irdelendiği bir
yazı vardı. Yeni Zelanda - Auckland'ta yaşayan bir Türk, şehirde elektrik kesintisi sonrası yaşadıklarını yazmış. Kendimi düşündüm. Evet, bizim evde de bir çok şey elektrikli. Isınmak için klimayı veya elektrikli sobayı, banyo için elektrikli şofbeni kullanıyoruz ama neyse ki Nalan Hanım kadar çaresiz değiliz, en azından tüplü fırınımızda çay demleyebilir, mumla aydınlanabilir, kapalı garajımız olmadığı için arabaya binip gidebiliriz :) (Üstelik evde bir yerlerde annemin verdiği bir "lüks" başı vardı, ne olur ne olmaz diyerek bir küçük tüp de alsak iyi olur bu lüks için)

Bu sabah yaşananlar bununla da bitmedi elbet. 3 ay önce yanımızda işe başlayan ve 7 aylık bebeği olan güler yüzlü ve benden 2 yaş küçük olan kızımızın yaşadığı şehri terkedip buraya gelme sebebinin, görücü usulü evlendiği kocasıyla boşanmak üzere olması olduğunu, ayakta durabilmek ve bebeğine bakabilmek için çalışmaya başladığını öğrendim :(

Karışık bir sabahtı yani. Bunları düşünüp, bir de buraya yazayım derken öğlen oldu, yemek saati geldi. Neyse artık, öğleden sonra iş yaparım ben de biraz.

Not: Uzun bir yazı oldu. Burayı bir ay idare eder artık bu gönderi...

0 yorum: