Perşembe, Aralık 28, 2006

Saatli maarif takvimi

İstanbul Maarif Kitaphanesi ve Matbaası tarafından basılan evkatı şer'iyeli, hikayeli, manili, faydalı Saatli maarif takvimi hala var :) Seçkin kırtasiyelerde bulabilirsiniz. Büyük ve küçük olarak basılıyor. Büyük olanın yapraklarının altında "Büyük saatli maarif takvimi" yazıyor. Yanlış bir şey almayın, kandırılmayın. Benim ki küçük olanından, ancak bundan bulabildim buralarda.
Herkese iyi seneler!

Salı, Aralık 19, 2006

Hediye seçmem lazım !!

Yılbaşı yaklaşıyor, ve ben hala hediyeye karar verme faslını bitiremedim. Anneye hediye al, kardeşe hediye al, babaya hediye al, dayıya al, teyzeye al, kuzene al, yengeye al, arkadaşa al, al al al... Hepsi ayrı insanlar, ayrı yaştalar, farklı yerlerdeler.
Hediye seçmek çok özel bir iş. Basit olmamalı, sıradan olmamalı, çok ucuz olmamalı, çok pahalı olmamalı, özel olmalı, kullanışlı olmalı... Paketi açınca gözleri parlamalı hediye alan kişinin. Evet farkındayım geç kaldım ama kafamda bir aydır ona ne alsam, şuna ne alsam telaşı var. Ve hala pek çoğuna isim koyamadım :(
İşin kötüsü akşam yedide şehirde olduğumda pek çok mağaza kapanmış oluyor. İşte bu noktada mağazaların, tasarımcıların internet sayfaları benim en büyük kurtarıcım. İş saatinde mağaza mağaza gezmenin keyfi de ayrı bi güzel. Satış yapmasalar da sadece katalogları ve ürünleri görebilmek bile seçim yapma konusunda çok yardımcı oluyor.
Link mink vermiycem, arayın bulun kardeşim :) Zaten vaktim de yok, bir kaç site daha bakmalıyım!

Cuma, Aralık 08, 2006

Hafif bunalmış ve dağınık bir Chroma portresi

Çocukluğumdan beri beynimde dönen bir laf var: "Dışarıda bir yerlerde başka bir hayat var benim bilmediğim,tanımadığım". İşte bu yüzden kendimi hiç dünyanın merkezi gibi göremedim. Yaşam tarzım, şartlarım ne kadar değişse de hep "lan, bambaşka bi şekilde yaşıyor olabilirdim" dedim kendime. Mesela 1995 yılının Haziran ayında girmiş olduğum ÖYS sınavında (ki o zamanlar 2 aşamalıydı sınav: ÖSS & ÖYS şeklinde ve tercih listesi sınava girmeden önce verilirdi) 1 soru daha fazla yapmış olsam ya da 2 soruyu boş bırakmamış da yanlış yapmış olsam ya da tercih sıralamasını farklı yapmış olsam bambaşka bir noktada olabilirdim şu an. Veya mesela Ankara'da değil de Afyon'da ya da Türkiye'de değil de Filipinler'de doğmuş olabilirdim. Ne garip di mi :))Ama şu an buradayım ve bu şekilde yaşıyorum.
Aslında burada olmuş olmak tamamen benim tercihim değil. Misal, bana kimse sormadı (soruldaysa bile hatırlamıyorum) dişi mi olmak istersin erkek mi diye, zenci mi olmak istersin sarı mı diye (aslında her iki renge de yakınım)... Şikayetçi miyim halimden, hayır da, daha farklı olabilme ihtimali hep vardı.


Farklılıklar bi yana, sanırım çoğumuz kendi küçük dünyamızda yaşıyoruz. TV izleyerek, gazete okuyarak gündemi takip ettiğimizi sanıyoruz ama dışarıda bir yerlerde göremediğimiz hayatlar; duymadığımız, bilmediğimiz kaskatı gerçekler var. Uzadı gene, varmak istediğim nokta şu: Bir süre önce, severek takip ettiğim blog yazarı B. Duygu Özpolat Eren’in (Biyolokum), hem blogunda hem de yazarı olduğu moleschino.org’da yayınladığı bir yazı var, Ruanda hakkında. Okuduğumdan beri günlerdir kendime gelemiyorum. Ben kendimi ne zannediyormuşum da farkında değilmişim diyorum. Meğer ne çok kapılmışım çevremdeki küçük dünyaya diyorum. Birkaç yıl önce haberlerde birkaç satır geçtiğini hatırlıyorum konu ile ilgili ama gerçek anlamda hiç dikkat etmemişim orada olanlara. Hele moleskinde yapılan yorumlardan Banu’nun yazdıklarını da okuyunca resmen küçüldüğümü, ufaldığımı hissettim. Tanrım, bilmek gereken ne kadar çok şey var şu dünyada.
Hem kendimle ilgilenmek hem dışarıyla alakadar olmak, hem ülkemin gündemini bilmek hem de dünyayı izlemek, hem yakın tarihi öğrenmek hem de paleoantropoloji okumak, hem teknolojik yaşamak hem de antikaya merak sarmak, hem mikro bakmak hem makro görmek, hem işimde başarılı olmak hem de süper bir sosyal hayata sahip olmak, hem gerçekleri bilmek hem da hala içindeki insan sevgisini kaybetmemek isteyen bir kişiyim. Zor di mi?

Karikatür: Piyale Madra, 08.12.2006 tarihli Radikal gazetesi

Pazar, Aralık 03, 2006

Bayram değil, seyran değil, Papa bizi neden öptü?

Geç kalmış bir posttur bu.
Ne yalan söyleyeyim, Papa'nın buraya geleceğini, hatta bi de 1 değil, 2 değil, 3 değil, tam 4 gün kalacağını duyunca a ha, dedim, s.çtık!!
Şimdi manyağın teki bir şey yapacak ve hop al sana 3. Dünya Savaşı!
Malum kritik dönemler, stratejik bir ülke, süper önemli bir zat. Zaten bir kaç lafı infial yaratmıştı bu taraflarda. Tüm zemin hazırdı yani.
Neyse neden öptüyse öptü de çok şükür sağ salim gitti, rahat bi nefes aldım.

(Bu arada Papa süper önemli amma velakin Madonna'ya işlemez, o kadar afaroz ettiler, tehditler savurdular, gitmeyin dediler ama kadının umrunda değil, gitti paşa paşa yaptı turnesini, hem de günler öncesinden biletleri tükettirerek.)

Pazartesi, Kasım 20, 2006

Michael Jackson kuşu

Geçen gün yorkunun dizine uzanmış yatıp da zap yaparken dedi ki: ya dün akşam discovery'de bi kuş gösterdiler, moonwalking yapıyordu, arkadan da vermişler müziği dım dım dırıdım dım dırıdım dım dırıdım dımm dım şeklinde, çok enteresandı felan diye anlattı kuşu ve akabinde, aa dedim çok komik olur öyle bir şey, keşke arasaydın ben de açsaydım tv'yi... şeklinde bir cevap verdim. İşte tam o an discovery ch.ı tuşladım ve ekran aynen şöyle açıldı:




Bayılıyorum böyle hoop diye denk gelen anlara. Ayrıca da, ornitolog abla ne kadar keyifli farkettiniz mi?
.
Evet, biz çift olarak discovery, national felan izliyoruz.
.
.
Mesainin son dakikaları. An itibariyle çıkıp dişciye gideceğim. Video tam yüklenmemiş olabilir, kontrol edemedim. Düzeltirim artık eve geçince.

ps. Videonun daha temiz bir kaydını youtube'dan mooonwolking bird diye arama yaparak bulabilirsiniz. Malesef youtube'dan beta blogger a halen video gönderemiyoruz. HTML ile ayarlamayı da beceremedim.

Pazartesi, Kasım 13, 2006

Durup dururken

Sabah sabah kafama takıldı. Neden askerlik için vatan borcu denir? Ve bu borcu ödemek neden sadece erkeklere zorunlu kılınmıştır? Erkek olmayanların vatana bir borcu yok mudur? Ya da vatana neden borçlanılır?
Biliyorum, bunları sorgulamak anlamsızdır. Ama takıldı işte.

Perşembe, Kasım 09, 2006

Çalışan bir insanım

Kendimi bildim bileli çalıştım ben. Üniversitedeyken ilk iki yaz tezgahtarlık yaptım, sonraki yazlar ise yaz okulunda geçti malesef. Okul bitti, hemen teyzemin yanında sigortacılığa başladım, iki ay sonra kimya ile ilgili başka bir işyerine, 9 ay sonra kimya ile ilgili bir başka işyerine ve bir sene sonra da buraya geçiş yaptım. Arada hiç boşluk olmadı, bir gün bile. Şanslıydım galiba iş konusunda. Evet, çalışmak önemli benim için. Yani şimdi sana 3 ay süre deseler, boşsun ne yaparsan yap deseler afallarım. Seviyorum çalışmayı. Ama mesela müzik gibi, heykel gibi ya da herhangi bir başka konuda yeteneğim olsaydı, onların üzerine yoğunlaşmayı tercih ederdim. Çünkü hayatı güzelleştiren, yaşanır kılan esas mevzular şirket, iş, bordro felan değil. Farkındayım.
Tezgahtarlığı saymazsak eğer, hep büyük şirketlerde çalıştığımdan dolayı ister istemez bazı şeyleri takip etmek, kişisel gelişime önem vermek durumundayım. Zira kendinizi kanıtlayana kadar, hele ki yaşca küçükseniz ve de çalıştığınız sektörde deneyimsizseniz, bir çok şeyi algılayamayabiliyor ve dışlandığınızı, önemsenmediğinizi rahatlıkla hissedebiliyorsunuz. İşte bu yüzden sadece teknik yönden değil, her konuda kendinizi geliştirmek, algılarınızı açık tutmak zorundasınız. Hatta bazen kişisel gelişim, teknik deneyimin de ötesine geçebiliyor.
Herşeyden önce hiç bir şirket aptal biriyle çalışmak istemez. Burdan akıllı olduğum sonucunu çıkartmıyorum elbet, daha katetmek gereken çok yol var. Kimileri gerçekten şanslı oluyor, doğuştan bazı iletişim yeteneklerine sahip oluyor ki bu insanlar zaten hemen parlayıveriyorlar. Mesela benim müdürüm benden sadece 4 yaş büyük. Bundan 4 yıl önce, yani benim şu an olduğum yaşta, o müdür olarak çalışıyordu. Ve uluslararası düzeyde geleceğinin çok parlak olduğunu anlamak için kahin olmaya gerek yok.
Bunları bir kenara bırakırsak, bağlantılarda okuyacağınız bir kaç yazı, sistemi görmek ve anlamak adına, orta kademe bir yönetici (eski adıyla şef, yeni tabirle supervisor) olarak benim çok işime yaradı:

- Cennet gibi işyeri olmaz.

- Motivasyon denilen şey çoğu zaman paraya bağlı değildir. Kişinin içinde çalışma isteği yoksa, bunu değiştirmek genellikle pek mümkün değildir. Altınızda çalışan birileri varsa bunu bilerek hareket etmek gerekir.

- Herşeye hayır diyen insanlar aslında korkaktır.

Şu yazıyı okuduğumda da pek hoşuma gitmişti, keşke pek çok yönetici böyle olsa demiştim. (Tabi bi de kendisiyle çalışan kişilerin fikrini sormak lazım.)

"Karakter aşınması" adlı kitap da bence çalışan, ya da çalışmayı düşünen her insanın mutlaka okuması gereken kitaplardan biri.

Aslında çok var tabi böyle yazılardan. Sistem sürekli değişiyor ama değişmeyen iki şey var bana göre: 1.Kurulan her şirket para kazanmayı amaçlar, kendisine para getirmeyecek hiç bir şey yapmaz. Prestij için yapılan sosyal sorumluluk projelerinin de amacı farklı müşteri kesimlerini kendine bağlamaktır, olumsuz imaj yaratmamaktır.
2. Paranın ve ticaretin etiği yoktur. Din, dil, milliyet, siyasi görüş felan dinlemez.

Yukarıda da dediğim gibi, bütün bu kişisel gelişim çalışmaları kendinizi ispatlayana kadardır. Ondan sonra canınızın istediği gibi davranabilirsiniz. Tabi kılıfına uydurduğunuz müddetçe. Ben henüz o aşamaya gelemedim.

Ayrıca, bir de Dilbert'i takip ederim hergün Radikal-onlinedan. Çok güzel anlatmaktadır işyerlerinin gerçeklerini.

İş hayatına atılacak çömezlere başarılar.

Salı, Kasım 07, 2006

Hayallerim, İstanbul ve Autoshow

Hayallerimin şehriydi İstanbul. Orada yaşayacaktım, orada çalışacaktım. Haftaiçlerim Gebze-İstanbul arasında gidip gelmekle geçecekti. Haftasonları İstiklal'den çıkmayacaktım. Küçük bir ara sokakta, bodrum katta ya da kot farkı olan bir apartmanın alt katında ev tutacaktım. Muhtemelen Üsküdar'da ya da Kadıköy'de. Ölesiye bir koşturmaca içerisinde geçecekti günlerim. Tiyatrolara gidecektim, dans gösterilerine gidecektim, aktiviteleri takip edecektim, modern sanata ilgi duyacaktım vs vs vs ... gibi planlarım vardı üniversitedeyken. Ama heyhat, hayat beni Adana'ya getirdi. Nasıl da sahip çıkmışım hayallerime görüyorsunuz değil mi :)

Ama yine de ara sıra gidiyorum İstanbul'a. Düğün, dernek, konser, iş gibi bahanelerle yılda en azından 2-3 kere oradayım. Bu hafta sonu İstanbul'daydım mesela. Kimya fuarına gittik, gezmek için. Gezdik, gördük, tanıştık. Katalog aldık, kart bıraktık. Yaşımdan ve görünüşümden dolayı firma temsilcileri tarafından ilk etapta pek de ciddiye alınmadığımı farkettim. Bana hala "aa, biz sizi öğrenci sanmıştık" diyenler vardı :)) Aslında bu gizliden gizliye hoşuma da gitmekte.
Dehşet bir soğuk vardı cumartesi günü. Adana'nın gözünü seveyim :) Ey İstanbul ahalisi, Adana'da görüp görebileceğiniz en soğuk hava bu hafta sonu orada gördüğünüz havadır!
Tesadüfe bakınız ki, bizim gittiğimiz fuar merkezinin hemen yanında CNR'da auto show 2006 vardı. Beraber gittiğim iş arkadaşım bir araba hastası olunca, mecburen oraya da girdik. Ben içeride rengarenk şovlar, süper arabalar, her tarafta birbirinden güzel manken kızlar bekliyordum ama yanılmışım. Arabanın ön koltuğuna bile oturmaktan hoşlanmayan bir kişi olarak bana pek bir şey hissettirmedi. (Böyle düşünmemin sebebi kesinlikle o arabaları alacak param olmaması felan değil. Alakası yok. Hoş olsa da almam zaten. Kaskosuydu, benziniydi, vergisiydi. Çalındı, çizildi derdiydi. Hiç gerek yok.) Bu arada, bence fuarın en güzel yeri klasiklerin sergilendiği standdı. Zaten tek fotografımı da orada çektirdim. 1960 model, ateş kırmızısı bir Cadillac. Muhteşem.

Merak etmeyin, iş arkadaşım benim kadar ilgisiz kalmadı fuara. Buyrun bu da ondan bir foto:

Cuma, Kasım 03, 2006

Zaman geçer gider

Biz de Meliscik gibiydik, sonra şöyle olduk:


Üstteki fotonun çekildiği bayram gününü -ki tarih 20.03.1984- hatırlamaktayım. Mankenler poz veriyor, ben de vericem diye tutturmuştum.
Kendimi bildim bileli her bayram o eve gideriz. Dudiş'i öperiz, para isteriz. Mutfakta tatlı yeriz. Şimdiki hali çok farklı evin. Tıpkı bu fotodaki bizler gibi, o da değişti. Mesela şimdi biz şöyle şeyler yapıyoruz: (Soldan sağa) Volki (bi de böyle bi yönü var), Bora, Tıytıl, karakız.

Ve mesela o evde şimdi şöyle pozlar veriliyor:


Söylenecek çok şey olup da susmak istediğim bir an şu an.

ps. Tıytıl hazinede çalışmaya başladı. Ve ben kendisini yıllardır görmüyorum.

Çarşamba, Kasım 01, 2006


Yazın yukarıdaki gibiydi, şimdi kanlı canlı karşımızda. Ve çok güzel. Ve çok tatlı. Ve çok nazlı.
Sağlıkla büyü Meliscik.



Pazar, Ekim 29, 2006

Bu ne biçim bayram böyle

Arife gününe bir ölüm haberiyle girdik. Hiç beklemediğimiz, hepimizi şok eden.

Bayramın birinci günü hasta oldum, son iki gün boyunca yediğim herşey geri çıktı, 3 gün kendime gelemedim.

Üçüncü gün gene bir vefat haberi geldi. 18 yaşında pırıl pırıl bir genci kaybettik lösemiden :(

Perşembe günü süpriz, çok sevindiren ve "herşeye rağmen hayat devam ediyor" dedirten bir düğün haberi aldım.

Dün gece yola çıkıp Adana'ya döndüm. Sabah 6 da eve girdiğimde, evin her yanının su olduğunu gördüm. 3 gün önceki aşırı şiddetli yağmurun suyu balkondan eve dolmuştu. Sabahtan beri (ki şu an saat 19:00) ev temizliyorum, her yerden çamur çıktı.

Fotograf makinem de Ankara'da kalmış.

Yeter artık!

Cuma, Ekim 20, 2006

Duyuru panosu

Açıklama 1.
Okuyup incelemeden Beta Blogger'a zıpladım bir süre önce. Ve şimdi beta olmayan bloggerlara yorum yapamıyorum, onlar da bana yapamıyorlar. Bir müddet bekleyecekmişiz. Geri dönüşü de yokmuş bu zıplamanın.

Açıklama 2.
Ne yaptıysam düzeltemedim firefoxdaki renk problemini. Linklerdeki koyu lacivert renk değişmiyor bir türlü. IE'de bir sorun yok, düzgün gözükmekte. Keşke tersi olsaydı ama yine de seviyorum ateşli tilkiyi :)

Perşembe, Ekim 19, 2006

Elinde didgeridoo* dünyayı dolaşmak

*Dijiridu diye okunur

Benim Funda isminde bir arkadaşım vardı taa üniversite yıllarından. Aslında okurken pek samimi değildik ama mezun olduktan sonra daha çok görüşür olduk (daha doğrusu olmuştuk, zira artık pek görüşemiyoruz, çünkü ben buraya geldim, o da Kaş’a yerleşti, daha doğrusu evlenince yerleşecek, gerçek şu ki evlerini hazırlıyorlar ufaktan ufaktan, aslında enişte, yani Funda’nın nişanlısı, zaten Kaş’ta yaşıyor, yani yaşamıyor da çalıştığı ofis orda, çünkü o bir tur rehberi, kah orda kah Ağrı’da kah Kapadokya’da, kah –abartma istersen- neyse işte, nerede yaşadıklarını onlar da bilmiyorlar ama nerede yaşamak istediklerini biliyorlar: Kaş’da, ve de o yüzden evlerini oraya kuruyorlar. Ama hali hazırda zaten vakitlerinin büyük bir kısmı da Kaş’da geçiyor. Bu arada yeri gelmişken söyliyeyim: Ben Kaş’a hiç gitmedim! Kalkan’a da gitmedim :( )

Ama Kapadokya’ya gittim, tam bir sene önce gittim. İlk gidişimdi ve itiraf ediyorum pişman oldum, “neden bu kadar geç kaldım buraya gelmek için” diye (Hala gitmeyen varsa gitsin, görsün.).Normal insanlar gibi ortaokulda, lisede okul gezilerine katılıp gidebilirdim (Yok gidemezdim, babam izin vermezdi). E hadi onu yapamadım diyelim, üniversitede gidebilirdim, nerdeyse her 15 günde bir gezi düzenlenirdi oraya (Yok, gene izin vermezdi. Bu arada ikinci bir itiraf: Ben üniversite son sınıfa kadar akşam sekizden sonra dışarı çıkamayan ve de arkadaşında kalamayan bir insandım). Hoş izin verseydi de gitmezdim, çünkü çok popülerdi o gezilere gitmek ve ben popüler şeyleri yapmaktan nefret ederdim (aslında hala ederim).

Kapadokya’ya geçen sene Funda’yı görmeye gitmiştim. Zira kendisi o sırada orada (yani şurada) çalışmaktaydı. Uzun uzun size Kapadokya’yı anlatmayacağım elbet, zaten “zip”lenmiş bir geziydi bu. Cuma akşamı karar verilmiş, cumartesi öğlene doğru yola çıkılmış, 4 gibi orda olunmuş ve pazar günü öğlen ayrılınmıştı. Ve bu kısacık sürede önce Turasan Şarap gezildi (evet, ilk oraya gittik!), sonra bacalar ve yer altı şehirleri gezildi, güneşin batışı izlendi, Uçhisar’a gidildi vs vs.

Ehem, didgeridoo ve Kapadokya nasıl bağlanır şimdi göreceksiniz:
Funda ve ofis arkadaşları ortasında avlusu olan 3 tane baca evde kalmaktaydılar, sabah hep beraber kahvaltı etmek için avluya çıkıldı, sofra hazırlandı ve Atıl dedi ki ben gidip ekmek alayım. Geldiğinde elinde 3-4 tane ekmek, yanında da sırtında upuzun ve ne işe yaradığını anlayamadığımız bir tahta boru taşıyan, sarı ve raspalı saçlı bir eleman ve de elemanın kız arkadaşı vardı. “O ha” dedik, “sen ekmek almaya gitmiştin, iyi ki gazete ve süt de alayım demedin” :)
Sonradan öğrendik ki o boru Aborjinlerin yerel bir müzik aleti olan didgeridoo imiş. (ayrıntılı bilgi için bkz.) Adını şu an hatırlayamadığım Hollandalı bu arkadaş, kendi didgeridoosunu kendi yapmış, Bulgar sevgilisiyle beraber o ülke senin bu ülke benim dolaşmaktaymış. Son derece keyifli bir kahvaltıdan sonra bize mini bir konser verdiler. Sonra da biz denedik çalmayı ama ufak bir tıslamadan öteye gidemedi çıkardığımız ses. Hayran oldum kendilerine, taşıdıkları özgür ruhlara, bunlar dünyanın çiçekleri dedi birisi ve herkes hakverdi. Kapadokya'yı bıraktık, elemanlarla sohbet ettik. Kapadokya zaten hep orada ama elinde didgeridoo dünyayı dolaşan bu çifti bir daha görme şansımız olmayacaktı. (Gerçi ilerki postlardan birinde e yuh artık denilecek türden bazı karşılaşma hikayeleri anlatacağım)

E nasıl bir ses çıkartır bu didgeridoo diyenler içinde, üstad Jeremy Donovan’dan güzel bir dinleti sunayım size:



Eskiden eline gitarını alan dünya turuna çıkardı. Şimdi didgeridoo ile yapılmakta bu eylem. Mesela şöyle.Çıkmaya niyeti olanlar varsa bunu bilsin de çıksın.
Aklımdayken söyliyeyim, ikinci paragrafın son cümlesinde yazılı olan sebepten ötürü şu kitabı da okumadım henüz.

Pazartesi, Ekim 09, 2006

Gerçek Türk'üm galiba :)

Aylar evvel yazdığım bir postta bahsetmiş idim Lost ile tanıştığımdan ve bağımlısı olduğumdan. Bu Lost dizisi nedeniyle o güne kadar hiç de aşina olmadığım torrent kavramı ile tanıştım ve emule, azureus, utorrent gibi programları deneye yanıla öğrenerek en rahat ve sorunsuz olanının utorrent olduğuna karar verdim. (Tabi bu arada Lost bahanesiyle, hazır kurulu program var, gelsin filmler, konser kayıtları, bulunamayan albümler.) Utorrent, firefox'la beraber kullanılırken hiç bi sorun çıkartmıyor, sessiz sakin işini yapıyor, benim sörfümü de hiç engellemiyor. Burada şunu belirtmek isterim ki ben sadece kullanıcıyım! :) Konular hakkında hiç bir teknik bilgim yok. Hangisi bana kolay ve rahat geldiyse ona karar verdim. Emule ve azureus'u tercih etmemiş olmam ayarlar, menüler vs çok karışık geldiği için o programları kullanmayı becerememiş olmamdan veya onlar açıkken interneti kullanamıyor olmamdan kaynaklanmaktadır.

Konu gene dağıldı, hemen toparlıyorum. Bağlantı hızım yavaş olduğu için utorrenti öyle aman aman bi şekilde kullanmazken saygıdeğer WRZL kişisi bir gün bana "kız senin ADSL'en 256 sınırsız di mi? Türk Telekom'un bi kampanyası var, istersen kampanyaya katılıp şubata kadar aynı fiyata (49 YTL/ay) 1024 kbps ve kotasız kullanabilirsin" dedi. Ben de hemen o vakit dediğini yaptım. Ve tabi o aşamadan sonra torrent indirme olayı da hız kazandı, sağdan soldan istek toplar oldum, bilgisayar günlerce kapanmaz oldu.

Hay allah, toparlıycam dedim, iyice dağıldı! Gelelim başlığın ana sebebine. Efendim bu işlerle uğraşanlar bilirler, modemde port forwarding diye bi olay vardır. Download ve upload kapasitesini yükseltmek için kullanılır (başka bir amacı varsa da bilmiyorum). Ben yaklaşık 5-6 aydır bu port forward olayının ne olduğunu ve nasıl yapıldığını çözmeye çalışıyordum. Teknik bilgisiz şekilde olaya bodoslama dalınca tabi konuları anlamak ve algılamak pek kolay olmuyor. Öyle forumları felan geziyorum, yazılanları ve tavsiyeleri okuyorum. Ama nasıl olsa bu işlemi yapmadan da indirebildiğim için "never touch a running system" zihniyetiyle modem ayarları ile hiç oynamamıştım. Açıkcası korktum bozulur felan diye. Çünkü okuduğum yazıların çoğu son derece karışık işlemlerden bahsediyordu (ya da bana öyle geliyordu). Amma velakin geçen akşam programın hata verdiğini ve seed sayısının "3820" olduğu filmin inmediğini ve hiç bir upload olmadığını da görünce bir terslik olduğunu anladım. Sebebini halen bilmiyorum ama öyle bir şey oldu işte ve araştırmalarım sonucunda kaçınılmaz olarak port forward etmem gerektiğini anladım. Gene başladım googling yapmaya, bi sürü forum sitesine girmeye, oraya buraya bakmaya. Hatta program bile indirdim onun için ama olmuyor olmuyor. Yazılan hiçbir yazıda benim modemin marka/modeli yok. Bulamıyorum, anlayamıyorum, beceremiyorum derken neden sonra modemin manueline bakmak geldi aklıma! Evet, tam 6 ay sonra aklıma geldi! Meğerse manuelde güzelce açıklanan ve 5 dakikalık son derece basit bir işlemmiş! Yaptım ve save ettim, sonra da restart dedim ve tekrar açtım programı. Program şakır şakır çalıştı ve daha önce downloadda gördüğüm en yüksek rakam 25-30 iken 120'yi gördüm 5 dk içinde!

Velhasıl kelam, gerçek bir Türk asla kullanım klavuzunu okumaz, sağa sola sorar, deneme-yanılma ile öğrenir, ordan burdan duyduklarını uygular. Başı belaya girince aklına gelir o aletin bir klavuzu olduğu. Bu olayın ana fikri budur!


ps. Telif-melif-yasa vs işlerine hiç girmeyelerim lütfen. Zira benim indirdiğim filmlerde, albümlerde bulunan kişilerin bu paraya pek de ihtiyaç duymadığı kanaatindeyim. Bu konuyla ilgili South Park'ta son derece anlamlı bir bölüm vardı, onu da bulup buraya ekleyeceğim en kısa sürede :)
.
.
İşte buldum:

Salı, Ekim 03, 2006

Burada hala yaz.


Ankara'dan, İstanbul'dan şakır şakır yağmur haberleri geliyor, annemler buralar çok soğuk diyor ama biz Adana'da hala yaz havası soluyoruz, askılı tişörtler giyiyoruz. Mesela şu yanda gördüğünüz fotograf 20 dk. önce çekildi. Hatta şort giyenler bile var. Ama bilirim ki bunlar son demler ve yavaş yavaş biz de üşümeye başlayacağız bir iki haftaya kadar. Üşümek dediysem öyle tir tir değil, hafif bir hırka idare eder daha kasım'a kadar.
Yaz mevsimini sevmiyorum. Kesinlikle benim mevsimim olmadı hiç bir zaman. Tamam, yaz çocuğuyum, Ağustos doğumluyum ama bu yaz mevsimini sevmemi gerektirmiyor. En güzeli bahar. Hem ilki, hem sonu. Hatta Nisan&Mayıs ve Eylül&Ekim'dir en güzel aylar. Hiç bitmeseler keşke.



Öğlenleri işyerinin iskelesinde yürüyorum, bir sürü yavru balık var iskelenin etrafında. Elinizi atsanız yakalayabilirsiniz ama av yasağı olduğu için kimse dokunamıyor, onlar da mutlu mesut büyüyorlar. Yeni hobim balıklara ekmek atıp, yemelerini izlemek. Koca bir ekmek 5 dk. içinde yok oluyor. İyi de oluyor, ekmekler çöpe gitmiyor. İçimin acıdığı durumlardan biri çöpe yiyecek atılması. Ama uzun süre önce çaresini buldum. Ekmekler kızartılıp yeniyor veya balıklara atılıyor. Meyveler sıkılıp suyu içiliyor, sebzeler haşlanıp buzluğa kaldırılıyor, yenmeyen yemekler bir kaba konulup sokaktaki kedilere veriliyor.

Yukarıdaki fotoda suyun yeşil gözüktüğüne bakmayın, aslında gayet mavi ve berrak. Yanda kocaman gemi olduğu için öyle bi garip gözüküyor rengi.



Ve bir ayakfotosu da benden ama öyle şirin terliklerle, pahalı ayakkabılarla, süper topuklularla değil. 4 yıldır yaz-kış, hergün, sabahtan akşama kadar giymek zorunda olduğum çelik burunlu iş ayakkabısıyla :)



Sevgiler.

Cuma, Eylül 22, 2006

Balıklık

Deniz kenarında olmasına rağmen Adana'da pek balık kültürü yok. Kırmızı et ve kebaptan başka bir şey yemekten sayılmaz burda. Üstelik Çukurova'nın ortasında, en verimli tarım arazilerine sahipler ama sebze yemekleri de pek tercih edilmez. Etin yanında süs amacıyla (salata veya dolmalık malzeme olarak) kullanılır.
İşte bu kültüre inat bu hafta hep balık yedim. Hepsi de nefisti. Önce Dinemiz kızın, ziyarete gelen (ve iki gün önce dönen) kardeş şerefine yaptığı fırında balık (somon+et balığı), ertesi gün öğlen, işyerindeki arkadaşlarla deniz kenarında, Gölovası Balıkçısı'nda yenilen süper bi levrek (ki fotosu hemen aşağıda)


Ve son olarak da dün akşam, benim yeni şaheserim balık güvecinde fırın çupra! Şahit olarak da her zamanki gibi Dinemiz ve Wrzl vardı :)





Afiyet oldu herkese.

******

Son fotoya dair birkaç not:
1. Henüz büyük bir yemek masasına sahip değilim, misafirlere salon sehpasında yediriyorum yemeği.
2. Henüz büyük bir fırına sahip değilim. 4 tane balık vardı ve önce ilk ikisi pişti, sonra diğer ikisi.
3. Henüz araba sahibi değilim ama sevdiceğimin hediye etmiş olduğu ve sehpanın sağ köşesinde gözüken bir gitt'im var :)
4. Yakut benim, bira Yorkun'un, kolalarsa "biz yemekle alkol almayız, tadı bozulmasın" diyen misafirlerin (gerçi onlar misafir statüsünden çoktaaan çıktılar)
Yemekten sonra onlar şaraba, Yorkun da rakıya döndü.
5. Merak eden olursa anlatayım: Çupraları ayıklatıp alın, güvecin altına yuvarlak dilimlediğiniz soğanları yerleştirin, üzerine balığı yerleştirin (alt ve üstünde bıçakla iki kesik atmayı, kuyruğuna kadar ikiye bölmeyi ve içine-dışına tuz serpmeyi unutmayın), son olarak da yuvarlak dilimli patates, domates ve limonları ekleyip bir-iki çorba kaşığı zeytinyağı gezdirin. 230 derece fırında 30-35 dk pişirin, sıcaklığı 250 ye getirip 10 dk daha pişirin. Bu kadar basit!

Pazartesi, Eylül 18, 2006

Beterböcek



Nereden geldi şimdi aklıma bilmiyorum ama canım fena halde beterböcek izlemek istiyor! En eğlendiğim filmlerden biriydi: Bidıljuys bidıljuys bidıljuys :)

Bi de, internetteki yemek blogları yasaklanmalı, ya da en azından fotograf koyulması yasaklanmalı, ya da şifreli felan olmalı, açken girmek yasak olmalı, veya sayfa açılmadan önce uyarı yazısı çıkmalı, boy kilo indeksi sorulmalı, emin misin, bak açıyorum felan demeli. Ne biliim işte öyle direk açılmamalı, birbirlerine link atmamalılar......... Allah'tan ki yanımda yakınımda hemen gidip yiyecek alabileceğim pastane, kantin vs bir şey yok!

Cuma, Eylül 15, 2006

Dağdan taştan


Mont Blanc [1]

Adana'da hayatıma renk katan, desteğini her zaman hissettiğim, zor gün dostu, buradaki ilk arkadaşım, güzel insan Sülo'm yıllardır hayalini kurduğu amacını artık gerçekleştirdi ve nihayet dün Mont Blanc'a gitti! Üstelik iki pırlanta dağcı ile beraber. Bu ülkede az buçuk dağcılık yapmış olan herkesin bildiği Tunç Fındık ve Mustafa Kalaycı (nam-ı diger "Tafa") ile birlikte gitti. (Bir de yanlarında Öztürk Kayıkçı olsaydı Türkiye dağcılığının (benim tanıdığım) en süper & en pozitif & en sıcak 4 ismi bir arada olacaktı :) )
Ehe, Sülo'yla ilk tanışmamızı hatırlıyorum da, Anavarza'da (ki artık malesef orada tırmanmak yasak); önce "Süleyman Bey" idi, 2 hafta sonra "Süleyman Hoca" oldu, 1 ay sonra da "Sülo" :) Bu Sülo kişisi tırmanış esnasında karşısındakine sonsuz güven verir. Az çekmemiştir benim kahrımı rotalarda. Sonra da "aferim kız, ne güzel tırmandın öyle dağcı gibi" der ama ben bilirim ki tırmanmamışımdır, kendime güvenimi sağlamak için var gücüyle asılmıştır yukarıdan ipe. Zira benim o koca baseni desteksiz oralara çıkarmam pek mümkün değildir.


Mont Blanc-Panoromik [2]

Biliyorum Sülo, çok hoş gittin oralara, gelirken de hoşgel. Bir sürü fotograf ve anıyla beraber.

Bu aralar hep güzel haberler geliyor tırmanış camiasından:

1. Adana'nın bağrından kopmuş olan tırmanıcımız Mümin geçen hafta sonu çok zor bir işi başardı ve Nurettin'le beraber Büyük Demirkazık'ın kuzey ve doğu duvarını aynı günde tamamladılar. Kotayı oldukça yükseltip, resmen bir çığır açtılar Türkiye tırmanıcılığında.

2. Nihayet bir ilk gerçekleşti ve spor tırmanış milli takımı, dünya kupası için
dün İspanya'ya gitti. Hepinize buradan bol şans diliyorum Doğan, Seko, Uğur, Evren, Duygu ve Gürgel.

[1] http://www.sxc.hu/browse.phtml?f=view&id=166186
[2] http://sweb.cz/troolix/Mont_Blanc/

Pazar, Eylül 10, 2006



2 gün sonra tam 4 yıl olacak. Halbuki ben 2 sene vermiştim kendime. Gidersin, biraz para biriktirirsin ve dönersin. Ankara'da yaşamaya devam edersin. Ya da İstanbul'a yerleşirsin. Ama Adana'ya geleli tam 4 yıl oldu! 4 yıl 1 ay önce rüyamda görsem peeh der geçerdim. Adana yaa! Ne bi akrabam var ne bi tanıdığım. Ne yolunu bilirim, ne havasını. Koca bir boşluk beynimde ve "ne olacak acaba" dürtüsü.
Şimdi şaka gibi geliyor ama yaptım ben bunu. Elimde bir valizle tek başıma geldim bu şehre. Üstelik kimseyi tanımadan. Tek bildiğim çalışacağım şirketin adı ve adresi. Daha doğrusu adres bile değil, sadece bir köy adı. Hiç korkmadım, hiç endişelenmedim. Ufak tefek teredütler oldu ama aşıldı hepsi. Ne de olsa ben güçlü bir kişiyim, her şeye alışır insan, oraya da alışırım dedim. Hem tek yaşıycan kızım, kapatırsın kapını, açarsın interneti, dünya elinin altında. Çıkmak istersen çıkarsın dışarı, elbet yaşayan birileri vardır orda dedim kendime. Ya öğretmen olsaydın, bak onlar da ellerinde valiz, gidiyorlar tek başlarına başka bir şehre, hatta köye. Ne var bunda bu kadar düşünecek? ...Ama Adana yaa!.. Off, be kızım, süper bir iş işte, daha ne istiyorum? Üstelik bu kadar da değil, boşandıktan sonra depresyona giren annem de böylece biraz kendine çeki düzen verir, herşeyi bana yıktı, bakkala bile gitmiyor. Ben Adana'ya gidersem o da dışarı çıkmaya başlar mecburen, kendine gelir yavaş yavaş. ..Ama ama.. Ya daha ne olsun? Hafta sonları çalışmayacağım artık. Evde durmamı gerektirecek birileri de olmayacak hem, böylece o çok istediğim dağcılığa da başlayabileceğim. ..Ya alışamazsam?... Niye, orada yaşayanlar da insan değil mi? Yaşayan nasıl yaşıyor? Ne olacak ki? Çok bunalırsam 2 haftaya bi gelirim Ankara'ya. ...Ev yok, bişey yok, nerde kalcam ben?... Dur hele bi gideyim bakalım oraya. Pansiyon mansiyon bi şeyler ayarlarım artık, koca kız oldum, kalırım bi süre orda, bi yandan da ev bakarım. Hem babamın eli armut toplamıyo ya, gelir o da yardım eder. ...Babam mı? Ya, bi de o var. Ya benle kalmak isterse, tek bırakmam derse?... Hoop, o kadar uzun boylu değil. Bunu daha önce, bırakıp gitmeden önce düşünseydi. Peşin peşin söyle istemediğini, tek yaşayacağını. Hem o kalırsa, kardeşim gelmez, annem gelmez evime. Açıkca anlat bunları...Off, ama nasıl, çok kırılır... Kırılmaz merak etme, buna hakkı yok... Neyse, bunu o zaman düşünürüm. Şimdi evrakları hazırla, valizi toparla. Ankara yağmurlu ama orası 35 derece, güneşli gözüküyor hava durumunda. Hırkamı giydim ama yanıma bi iki tane askılı bi şeyler alayım. ...Vedalaşağım insanlar var, daha bi sürü arkadaşı görmedim. Çok ani oldu bu karar ya... Aman be kızım, duyan da dünyanın bi ucuna gidiyorum sanır. Adana bu Adana. Otobüsle 6,5 saat. Nasıl olsa gelicem ara ara, o zamanlar görürüm milleti, üstelik hepsinin cebi var. Ulaşırım istediğim zaman.. Hadi bakalım, 23.30 arabasına. Sabah Adana'dasın!

Tam 4 yıl oldu!

Gelmeden iki gün önce bir rüya gördüm. Şalvarlı adamlar sokakta dolaşıyor, bense tek başıma bakıyorum korkuyla etrafıma. Aniden gözümü açtım ve "ne yapıyorum ben ya?!" dedim, gecenin bi yarısı. Güldüm sonra kendime, yeni hayatım hayırlı olsun :)

4 yıl...


(Dip not: Sokakta dolaşan şalvarlı adamlar yok Adana'nın benim yaşadığım bölümünde.)

Çarşamba, Eylül 06, 2006

Memleket meseleleri



Lübnan'a asker gönderilmesi onaylandı. Meclisin tavrı zaten belliydi. Halk istemediği için Irak'a asker göndermemiş olan ve buna dair pişmanlıklarını her fırsatta dile getiren vekillerimiz nedense (?) bu kez halka rağmen tezkereyi onayladılar. Amerikalı dostlarımız da bu karara pek sevindiler. Kendi milli sınırları içinde dahi söz sahibi olmayı beceremiş bir ülke neden Ortadoğu'da söz sahibi olmak ister ki? Bu konuda düşüncelerimi zaten biliyorsunuz. Benim "küçük" beynim içinde silah içeren, ölüm içeren hiçbir olguyu anlayamıyor, kavrayamıyor, taraf tutamıyor. Ne Hizbullah'tan yanayım, ne İsrail ve yanındakilerden.

Fotograftaki eserde Osman Bozkurt'un da vurguladığı gibi: "Sevgili kedicik, herşeye rağmen insanların kalplerinin aslında iyi olduğuna inanıyorum."
(ara not: Savaşa karşı Türk tasarımcıların yaptığı diğer eserleri şu sayfada görebilirsiniz.)

Hoop, başka konuya geçiyorum. Aşağıdaki iki farklı görüntü de Türkiye'den, İstanbul'dan. Son 4 gün içinde çekildi. Biri Rock'n Coke'dan, diğeri Fatih'te cenaze töreninden.





Bir tarafta festivale katıldığı, gönlünce eğlendiği için dejenere olmakla, kültürünü tanımamakla suçlanan cıvıl cıvıl bir gençlik kitlesi. Diğer tarafta sarıklı cüppeli, kara çarşaflı bir güruh. Ama hepsi T.C. kimlikli ve bu ülkenin vatandaşı. İşte Türkiye gerçeği. Gönül isterki festival görüntüleri çoğalsın (hatta festivaller çoğalsın, her şehre yayılsın, Adana'da da rock festivali olsun-dur dağılma, konuya dön), Fatih'te ki gibi görüntüler azalsın, yok olsun ama işte böyle bir karışımdan oluşuyor bu ülke.

Pazar, Eylül 03, 2006

Bitti



"Hep denedin hep yenildin. Ne önemi var?
Yine dene yine yenil. Daha iyi yenil.." *
.
.
.
Herşeye rağmen yine denedim. Son kez.
.
.
.
Ve, bitti
.
mi?
.
.
:,(


* Samuel Beckett

Perşembe, Ağustos 31, 2006

Hoşgeldin



Hoşgeldin Ece bebek. Ne iyi ettin.
Senin bu annen var ya, lisede saçlarını kısacık kestirip dik dik yapar, kulaklığını takıp derste Nirvana dinlerdi, hatta bir keresinde koridorda bağıra çağıra "rape me" yi söylemiştik, millet garip garip bakıp gülmüştü. Sözlüğe bakmayı akıl ettik de anladık neden baktıklarını. Dur daha bu kadar da değil, sevgili annen patenlerini takıp Kızılay'da gezerdi, Roadhouse'a gidip Prodigy dinlerdi. Koluna kocaman bi dövme yaptırdıydı da, deden görmesin diye yazın ortasında kollu bluzlar giydi yıllarca evde. Bakma şimdiki haline, sonradan ciks oldu o öyle :p

Blog etiği mi? O da ne :)



Ben bu blog etiği mevzusunu anlayamıyorum bir türlü. Blog sahibi olmak son derece basit bi şey, isteyen herkes blogspot'tan, wordpress'ten, blogcu'dan veya ordan burdan bi sayfa alıp, yazı yazabiliyor. Bu durumun blog sahibine sağladığı ne bi reklam geliri var ne de sosyal bir misyonu. Okuyucu olarak yazıya ekleyeceğin bir şey varsa yorum yazarsın veya yazılan postta verilen bir bilgi yanlışsa doğrusunu bildirirsin. Ama bunu bir formata oturtmaya çalışmanın, blog dediğin böyle olur, şöyle olmaz demenin, veya blog yazılarını edebi bir akım haline getirmenin ne gereği var ki? Özellikle de şahsi özelliği olan bloglarda isteyen mayolu fotograf koyar, isteyen ayak fotografı, isteyen ne yiyip ne içtiği yazar, canı isteyen de politik görüşünü aktarır. Zaten çiçek böcek anlatan da var, çocuğunun her saniyesini aktaran da var blog aleminde. Buna sınır koymak veya eleştirmek de kimsenin haddine değildir diye düşünmekteyim. (Hukuka aykırı durumları konu dışı tutuyorum.)

Bu sayfayı alırken hiç de öyle reyting alsın, herkes okusun, bi sürü yorum girilsin felan gibi bir niyetim yoktu. Halen de yok. Zaten pek bakan da yok :) En yakın arkadaşlarım dahi 3 ay sonra öğrendiler. Canım ister yazarım, canım ister "delete this blog" derim. Bu kadar basittir bu iş. Kendime bir çevre edinmek, günden güne okuyucu sayısını arttırmak, diğer blog sahipleriyle tanışıp kaynaşmak gibi bir derdim de olmadığı için blog kardeşliği üyesi de değilim.

Peeh, rahat olun biraz yaw. İnternet diyoruz, özgürlük diyoruz, paylaşım diyoruz, keyfini çıkartın bunların. Boşuna germeyin kendinizi.

ps. Fotografın sahibini ve modeli bilmiyorum, google da tarama yaparken buldum.

Salı, Ağustos 29, 2006

5 YIL GEÇMİŞ

Bana öğretilen herşey,
Bana önerilen herşey,
Bana dayatılan yaşantı,
İşe yaramaz bir çöplük.
Yarattığınız sistemler,
Kullandığımız yöntemler,
Yaşamak istemem aranızda.
Belki de terslik bende,
Yapamadım bu düzende.
Kaçacak delik arar oldum,
Sürüngenler şehrinde.
Eğitilmiş köpekler,
Doymak bilmez maymunlar,
Yaşamak istemem artık aranızda!
BENDEN BİR RUHSUZ YARATMAYI NASIL BAŞARDINIZ,
BENDEN BİR HİSSİZ YARATMAYI NASIL BAŞARDINIZ
BENDEN BİR UYUMSUZ YARATMAYI NASIL BAŞARDINIZ
BENDEN SİZDEN BİRİ YARATMAYI NASIL BAŞARDINIZ
Yaşamak istemem artık aranızda

YAVUZ ÇETİN

Pazartesi, Ağustos 28, 2006

Bardak mı dediniz?


Bulaşık yıkarken farkettim ki evde gereksiz bir bardak fazlalığı var. Bardaklar bu kadar bol olunca her çaya, her kahveye, her suya ayrı bardak kullanılıyor ve o bardaklar evin bilimum yerlerinde (çalışma masasında, yatağın başucunda, çamaşır makinesinin üstünde, banyo aynasının önünde, salonda sehpanın üstünde, mutfak tezgahında veya yemek masasında) birikiyor. Üşenmedim saydım ve tek tek fotografladım. Kalemlik niyetine kullanılan kupaları ve utanıp da çekmediğim kahve fincanlarını da sayarsak eğer tam 87 adet bardak var evde!!! Merak edenler buraya bakabilir, veya buraya, veya buraya, veya buraya, veya buraya, veya buraya, veya buraya....

Perşembe, Ağustos 24, 2006

Chroma the birthday girl















Bunu yapan bunlarla yaptı:
Kimyaspor ekibi; Yorkun; Dinemiz patisserie; ManituWRZL; Süleyman Hoca Efendi ve Fatima Sultan; Ouz ve pıtırcık

Çarşamba, Ağustos 23, 2006

Rahat bi nefes aldık

Hacettepe Üniversitesi - Biyoloji Öğretmenliği'nde okuyacak olan bir kızın ablasıyım artık. Her sonuca hazırdık, puanı çok yüksek olmadığı için herhangi bir programa yerleşemediniz yazısı çıkacağını düşünerek açtım ösym sayfasını. Ama yanlış düşünmüşüz :)
3. tercihiydi. Hem öğretmen olmak istiyordu, hem biyolojiyi seviyordu. Daha ne olsun. Sevinçten ağlamakta şu anda telefonun öbür ucunda. Üstelik Almanca okuyacak, iki dil birden öğrenmiş olacak. Ben buna daha çok sevindim.
En yakın arkadaşlarından biri Hacettepe Biyoloji'yi, diğeri Hacettepe Kimya Öğretmenliği'ni, bir diğeri Fizik Öğretmenliği'ni kazanmış.
Oh, içimiz rahatladı valla. Teşekkür ederim zortuk sopranom. Süper bir doğumgünü hediyesi oldu!

Salı, Ağustos 22, 2006

Homofobi

Girizgah:
1. İşyerim evime pek bi uzak olduğundan dolayı her gün yaklaşık 2,5 saatini serviste geçiren bir kişiyim. Bu nedenle servise günde 5 tane gazete alırız ve gidiş gelişlerde o gazeteleri magazin haberleriyle beraber hatmederim. Dönem dönem de kitap okurum. (Tabi kimisi uyumayı tercih eder.)
2. Hıncal Uluç'u pek sevmem ama takdir ederim. Ülkenin en popüler gazetelerinden birinde hergün yarım sayfa yazı yazmanın kolay olmadığının farkındayım. Üstelik sadece tek bir konuda değil, dereden tepeden. Biraz ekonomi, biraz spor, biraz kültür sanat. Hemen her konuda yazmışlığı vardır heralde. 1 numaralı başlıkta açıklamış olduğum gazete okuma sürelerinin hergün 10 dk. sı Hıncal Uluç'a aittir. Bu bende alışkanlık olmuştur.

Ve sadet:
İzinli olduğum dönemde Hıncal Uluç şöyle bir yazı yazdı. Yazar, normaldir, o her konuda yazar. Enteresan olan ise gazetede hemen o sayfanın yanındaki sayfada da şöyle bir haberin oluşuydu.

Bekleyelim görelim bakalım ne olacak dedim. Gerçi ne olacağını zaten tahmin ediyordum. Sonucun ne olduğu da şurada yazıyor.

Eşcinsel değilim, hemcinslerime karşı eğilimim hiç olmadı, kız veya erkek hiç eşcinsel arkadaşım olmadı. Ya da belki oldu ama ben bilmedim. Tahmin yürüttüğümüz, uzaktan gözlemlediğimiz durumlar oldu ama gidip de soramadık tabi. Ve hep kafamın bir köşesinde şu soru durdu: Bir çocuğum olsa ve ileride bana eşcinsel olduğunu söylese ne yaparım? Cevap basit aslında: O mutlu olduğu müddetçe ben de mutlu olurum.

Ama bunu gerçekten uygulamaya koyabilir miyim? Sanırım evet.

Homoseksüelliğin hastalık veya sapıklık olduğunu düşünmüyorum. Ama farklı bir beyne sahip olduklarına inanıyorum. Bir kere son derece yaratıcılar. Dünyaca ünlü modacıların, şarkıcıların, tiyatrocuların eşcinsel olmaları bir tesadüf olamaz herhalde. Bir eşcinselin çocuk yaştan itibaren ruhunda fırtınalar estiğini, hissettikleriyle kendisine öğretilenler arasındaki farkı kimseye soramadığı için kendi kafasında sorgulamasının getirdiği huzursuzluğu tahmin etmek pek de zor değil. Ve sanırım ruhlarındaki bu gelgitler nedeniyle bu kadar yaratıcılar. Benim anlayamadığım esas nokta, mitolojik hikayelerde bile yer bulduğuna göre yüzyıllardır insanlığın bir parçası olan bu olguyu, insanoğlunun kabullenmekte neden bu kadar zorlandığı?

Bir de gece otobanlarda gördüğümüz, TV haberlerinde izlediğimiz, bir önceki paragrafta açıklamaya çalıştığım profilin dışında kalan bir transeksüel grubu var ki bu gruptaki kişiler tıp biliminin de ilerleyişiyle birlikte (hadım edilenleri saymaz isek eğer) son 20-30 yıldır dünyadaki yerlerini aldılar. Kendi halinde yaşayanları konu dışı tutarak, bir kısmı -yani bu özelliklerini gelir kaynağı olarak kullananlar- tavır,davranış ve cümleleriyle gerçekten çok irite edici, rahatsızlık vericiler. Aynı ortamda bulunmak istemem. Gerçi aynı şekilde davranan "gerçek" kadınlar da var ama konunun o kısmına girmeyeceğim.

Sonuç:
Başlıkta öyle yazılı ama homofobik değilim. Durup dururken neden bu konuda yazma gereği hissettim, bilmiyorum. Galiba 3 gündür Radikal'de yayınlanan yazı dizisinin etkisi var biraz.

Perşembe, Ağustos 17, 2006

BUNGEE

"Yapmadığınız bi bu kalmıştı! Onu da yapın tam olsun. Siz benim yüreğime indireceksiniz" dedi annecik. Ama biz (yani kardeş ve ben) onu da yaptık. Sonuç: Anne hala hayatta :) Yüreğine de baktık, inen bir şey yoktu.



Yer: Antalya- Lara plajı. Biz bunu yapalı 14 gün oldu ama ben çok yoğun bir kişi olduğumdan dolayı ancak yazabildim. Yanarım yanarım da bi poz fotoğrafım olmadığına yanarım. Videosu çekilen kişi kardeş. Çeken ise benim ama önce o atladığı için yukarıda beni çekecek kimse kalmamıştı :( Neyse ki sertifika (!) verdiler de bi şekilde belgelendi benim durumum.

Bungee yapacaklara bi çift sözüm var, kuleye çıkmadan evvel hiç bir sağlık sorununuz olmadığına dair bir belge imzalıyorsunuz. Yukarıda kalbiniz yerinden çıkacakmış gibi gümlüyor. Atladığınız ilk anı hatırlamıyorsunuz. Zaten kendiniz atlamıyorsunuz, yanınızdaki görevli sizi hafifçe itiyor. Birden çığlık atıp havada salınırken buluyorsunuz kendinizi. İlk gün pek bir şey yok ama sonraki iki gün boyun ağrısı ve sırtta hafif bir ağrı ile geçiyor. Bir de benim ayak bileklerime taktıkları ağırlığı biraz fazla sıktılar galiba ki, yaklaşık 10 gün bileğim sızladı. Ama değer. Gene yapar mıyım sorusunun cevabı ise "evet" oluyor.

Bungee'yi saymazsak eğer, kahvaltı et, gazete oku, denize gir, duş al, öğlen yemeği ye, okey oyna, tekrar denize gir, duş al, kitap oku, akşam yemeği ye, biraz sohbet muhabbet, sudoku çöz ve yat döngüsü içerisinde geçti 9 gün. Bana kalsa 2 gün yeterdi ama işin ucunda yıl boyu doğru düzgün görüşülemeyen bir anne olunca süreyi biraz uzatmak gerekiyor. Zaten doğuştan dibi tutmuş bir tene sahip olan ben, şu an karanlıkta görülemeyecek kadar karardım. Dinemiz ile yanyana durunca İstanbulspor bayrağı gibi oluyoruz.

Tatilden evvel sudokunun ne olduğunu hiç bilmezdim. Yani sağda solda çok duydum, çılgınlık düzeyine ulaştığını görüyordum ama ne ki bu diye bakmamıştım hiç. Aman o ne güzel bulmacaymış öyle! Can sıkıntısına birebir. 2 sudoku en az 1 saat oyalıyor. İlk bir kaç deneme başarısız oldu tabi ama artık samurai sudoku bile elimden kurtulamaz.

İşyerinde ise ISO 14001 & OHSAS 18001 hazırlıkları tam gaz sürmekte. Önümüzdeki ay gerçekleşecek olan esas denetlemeyi de geçtikten sonra herkes rahat bir nefes alacak.

Ve son olarak, special thanks to OIBYRD.

Perşembe, Ağustos 10, 2006

Çok şey var yazacak

Bayağı bir zaman geçti aradan, birikti pek çok konu ama bunu bekletmeden yazacağım.
Milliyet'te dün "Türkiye'nin Gerçek Yıldızları" isimli yeni bir yazı dizisi başladı. Herbiri kendi dalında dünya çapında çalışmalar yapmış akademisyenleri ve çalışmalarını tanıtıyorlar. Bence çok geç bile kalındı bu konuda. Sabah akşam magazinle yatıp kalkan, haber=magazin diyen, para sahibi veya baldır-bacak sahibi olması dışında başka bir özelliği olmayan şahısların köpeğinin ismini bile bize öğreten medyada birilerinin bunları da yazması hoş tabi ama aynı gazetenin internet sayfasında bu yazı dizisinin ilk sayfada yer almaması, dün dizi hakkında yaptığım olumlu 2 yorumun bir türlü yayınlanmamış olması garip geldi doğrusu.(ki sanırım pek çok kişinin yorumu yayınlanmadı, zira böyle bir konuda gerçekten sadece 6 kişinin yorum yapmış olduğuna inanmak istemiyorum)
Tamam, sadede geldim. Bugün o yazı dizisinde üniv yıllarında heyecan ve azmine hayran olduğum, gençlerle iletişimine gıpta ettiğim, bir pire kadar aktif olmasına, sürekli bir şeyler için koşturmasına rağmen nasıl olur da kilo veremez :) diye merak ettiğim biyokimya hocası Adil Denizli vardı. Biz onu zaten tanıyorduk da bilmeyenler de öğrenmiş oldu. Linki aşağıda:

http://www.milliyet.com.tr/2006/08/10/guncel/agun.html

Kendisi aynı zamanda benim bitirme ödevim için Cibaron Blue F3GA takılı Polihidroksietilmetakrilat (P-HEMA) mikro küreciklerimi de üretmiş olan kişidir. Bu vesile hem kendisine tekrar teşekkür edeyim, hem de rahmetli Ömer Hoca'yı (Prof. Dr. Ömer Genç) yadedeyim istedim.
Bir de Adil Hoca'nın yanında duran Müge isimli şahsiyeti akşam arıyayım da bi gülelim bol bol, ne komik çıkmışın kız sen diyeyim :)

Ben eminim ki Hacettepe Kimya'da daha pek çok hoca var, ilham alınması gereken. Umuyorum sıra bir gün onlara da gelir.

Ayrıca yazılmak için zaman bekleyen konular:
-Antalya'da tatil,
-Bungee Jumping,
-Duygu Asena,
-Yaşlanmışlık hissiyatı,
-Sudoku hastalığı,
-Ve bi kaç bişey daha var hatırlamıyorum şu an.


Edit1. Aynı yazı dizisi içerisinde bugün de Rıdvan Hoca'yı anlatmışlar. Kadrosu Kimya Öğretmenliği'nde olmasına rağmen bizle de çok çalışmıştı :) 12.08.06

Çarşamba, Temmuz 26, 2006

DNZG bizi de Konya'ya götür


Limk canavarı DNZG, haftaya annesini 40m. öteden beslediğin dana namzetinin doğacağı memlekete yakın (en azından Adana'dan daha yakın) bi yere geliyorum. Orda ol.

Cumartesi, Temmuz 22, 2006

YUNUS


*** Barışçıl - Tedbirli - Agresif olmayan :
Anlaşması kolay bir insansınız. Kendi özel hayatınıza ve özgürlüğünüze düşkün olduğunuz için de arkadaşlarınızı pek yormuyorsunuz. Bazen hayatın anlamını düşünmek ya da kendi kendinize eğlenmek için her şeyden uzaklaşıp yalnız kalmak istiyorsunuz. Bu yüzden de kaçabileceğiniz güzel mekanlar nerede biliyorsunuz ama siz yalnızlık düşkünü bir insan da değilsiniz. Sadece hayatın size vermiş olduklarını takdir eden, dünyayla barışık bir insansınız.***


İşte böyle diyor mini kişilik testi sonucu. Başka bir psikoloji testinde de barışcıl-soğukkanlı çıkmış idim. Eğer insan olmasaymışım yunus olurmuşum :)

İşte bu ağır basan barışcıl yanım yüzünden anlıyamıyorum insanların kavga etmesini, savaşmasını, hırslarının kişiliklerine yön vermesine izin vermelerini, kendi bencillikleri için başka insanları yok saymalarını. İşte bu yüzden kızamıyorum, şikayet edemiyorum, birine sesimi yükseltince başıma ağrılar giriyor. Ve işte bu yüzden anlam veremiyorum toprak için çocukların öldürülmesine, çocukların eline silah tutuşturulmasına . Ne Lübnan'da, ne Irak'ta, ne Dafur'da, ne Namibya'da, ne de Hakkari'de. Ama dünya böyle bir yer. Hep böyledi ve bundan sonra da böyle olacak galiba. Ben ve benim gibi "küçük" kafalar asla anlayamayacak bu savaşların gerekliliğini, asla kavrayamayacak.

Hani hep derler ya, dünya nereye gidiyor, insanlık öldü, bu nasıl bir vahşet felan diye. Aslında eskiden daha vahşiymiş insanoğlu. Daha acımasızmış. Yani düşünsenize bi, savaşlar daha kanlıymış, işkence daha yaygınmış, devletin bekaası adına sokak ortasında toplu idamlar, giyotinle kafa kesmeler, zindanlarda aç susuz bırakmalar, taht kavgasına kardeş öldürmeler, hadım etmeler, uzuv kesmeler, çocuk sevgisi olayı desen son 2 nesildir var. Gene iyiyiz yani şu yüzyılda. Ama dedim ya, yine de kavrayamıyorum. Taraf tutamıyorum.

Perşembe, Temmuz 20, 2006

BEYRUT





Yazıcam sonra, siz seyrededurun. Hepimiz seyrede-dur-alım. Sadece duralım :(

Salı, Temmuz 18, 2006

Wishlist


Doğumgünüme de az bişey kaldı.
http://absolutesocks.com/pertabsoc.html

**Ben niye bu fotoları istediğim gibi yerleştiremiyorum yaw :s

Pazar, Temmuz 16, 2006

"Böööğğğyk, Evde Kaldım!! " diye ağlıycamı sananlara duyrulur

Pelin, Damla ve Duygu çoktan doğurdu; Berna, Beril, Merve hamile; Demet evlendi boşandı bi daha evlendi; Selda, Ergun, Haşmet, Beray, Şebnem, Ali, Mehmet ve Can evlendi, Nilgün ve Semra evlendi boşandı; Funda, Başak, Utku, Tansel, Burcu nişanlı...
Yeter ulen, durdurun evlenme kurumu ile ilgili gelişmeleri belirsiz bir süre için.... diyor beynimin küçük bi tarafı. Özellikle de annem gibi düşünen tarafı.

Diğer taraf ise, ne mutlu onlara diyor. Boşanma kısımlarını saymaz isek hepsi çok mutlu. Hep mutlu olsunlar. Ben de mutluyum :)) Gerçekten.

Edit1. Dün gelen bi habere göre 4 Ağustos'ta Esra da evleniyomuş.
Edit2. Az önce öğrendim. Beril doğum yapmış. 19 Ağustos'ta Ece Bebek dünyaya gelmiş :)

Cuma, Temmuz 14, 2006

Yogurtsever

Son günlerde ekrana gelen bir yoğurt reklamı var, Okan'ın delilerinden biri oynuyor hani. İşte o reklamın sonunda benim hiç yoğurt yiyesim gelmedi. Tamam, biliyorum, o markanın reklam yıldızı inekler ama yogurtsever er kişinin ineklere karşı konuşup sizi seviyorum demesi bende hiç de yoğurt yeme isteği uyandırmadı. Aksine kendimi inek yerine konmuş gibi hissettim :)

Çarşamba, Temmuz 12, 2006

Vefat ve Başsağlığı



http://frackman.blogspot.com/2006/07/vefat-ve-basal.html

PEEEHH :s

Sesli oku bakalım:

THREE WITCHES WATCH THREE SWATCH WATCHES. WHICH WITCH WATCH WHICH SWATCH WATCH?


"E, çok kolaydı" dediysen bi de şuna bak bakalım :)

THREE SWITCHED WITCHES WATCH THREE SWATCH WATCH SWITCHES. WHICH SWITCHED WITCH WATCH WHICH SWATCH WATCH SWITCH?

Diyor ki: Üç travesti cadi üç Swatch saatin ayar düğmesine bakiyorlar. Hangi travesti
cadi hangi Swatch saatin ayar düğmesine bakiyor?

Salı, Temmuz 11, 2006

Yaptım, vallahi yaptım!!

Burada yazılanlar sayesinde dün kafama takmış olduğum background sorununu çözmüş bulunmaktayım. Sıra yeni yeni bilgilerde.
Yeni arka plan hayırlı olsun.

edit1. An itibariyle backgroundu tekrar değiştirdim. Yeni koyduğum mavi çiçeğin orjinali şu sayfadadır. 13.08.2006

Pazartesi, Temmuz 10, 2006

Arka Plan

Sayfanın arka planına şu fraktalı koymak istiyorum ama nasıl yapacağım konusunda hiç bir fikrim yok! Öğrenilecek şeyler listesine ilk üçten girdiniz sayın arka plan.

ps. Sven Geier'in diğer çalışmalarına ulaşmak için tam bu noktaya tıklamanız yeterli.

Pazar, Temmuz 09, 2006

Kırmızı telefon




B
ö
y
l
e

b
i
r

t
e
l
e
f
o
n





istiyorum. Kırmızı ve çevirmeli...

Salı, Temmuz 04, 2006

Susam Sokağı

Şurada okuyunca aklıma geldi :)
Küçükken (ortaokul 1 felan) babama bir arkadaşı yaw diyor televizyonda bir çocuk programı başlayacak, ABD ile ortak, işte o program için çocuk oyuncu arıyorlar. Senin kızı bi götür istersen. Ve bir adres yazıyor kağıda: SUSAM SOKAĞI - TRT ANKARA STÜDYOSU!
Ertesi gün babam en güzel kıyafetimi giydirip, tutuyor elimden ve biz Çankaya'da Susam Sokağı'nı arıyoruz. Bir kısım insan dedi ki, abi yıllardır burada esnaflık yaparım, hiç böyle bir sokak adı duymadım. Bir kısım insan da tarif etti güzel güzel, işte şurdan çık ordan sağa dön, düz git bi daha sağa dön vs vs. O sokak senin, bu sokak benim, saatlerce dolaşmıştık. En son babam akıl etti de, TRT'nin merkez stüdyosuna gittik, kapıdaki adama sorduk. Adam adres kağıdına baktı ve başladı gülmeye. Abi dedi "Susam Sokağı" programın adı! Çekimler de burada yapılıyor. Babam kızardı, üzüldü felan çünkü yürüyerek gittik heryere. Neyse, geçtik salona, koca bi stüdyo, tavan gözükmüyor bile! Cağul cuğul bir kalabalık. Minik Kuş ve Kırpık ile ilk kez o gün tanışmıştım. Kırpık'ı iki ayrı kişi oynatıyordu. Velhasıl kelam, oynadık işte bi iki skeçte. Bi daha da arayan soran olmadı. Yayınlanıpta da okuldan arkadaşlarım dalga geçince utangaç, sıkılgan kız rollerine büründük.
O gün kendimle ilgili önemli bir şey öğrenmiştim: Benim tiyatro, sinema gibi konularda hiç yeteneğim yok. Zira put gibi durup, teşekkür ederim demeyi bile becerememiştim!
O gün yurdum insanı ile de ilgili önemli bir şey öğrenmiştim: Mecbur olmadıkça adres sorma! Sorsan da her tarife güvenme!!!

Çarşamba, Haziran 28, 2006

Another brick in the wall


Another brick in the wall
İstanbul titredi be! Kamera da titremiş hafif :)

Pazar, Haziran 25, 2006

ÖSS'nin ardından


Geçtiğimiz haftanın bir önemli olayı da 18 Haziran - ÖSS idi. Kardeşim girdi sınava. Sonuç ne olursa olsun sen benim kardeşimsin be güzelim. Ağzıma da sıçsan, sevicem seni, böyle oluyomuş bu iş. Tamam, cumartesi şiddetli bi kavga etmiş olabiliriz, 4 saat surat sallamış olabilirsin, hatta bağıra çağıra kavga edip komşuları meraklandırmış, annemi çıldırmış olabiliriz. Ama ikimiz de çok gergindik. Hem gayet de iyi oldu, sen o kızgınlıkla sinirden ağladın, sonra bana sıkı sıkı sarılıp gene ağladın, bi güzel içini boşaltıp rahatladın. Öptüm sonra seni defalarca. Manyak dedim, senin kılına zarar gelirse en çok üzülecek kişi benim, bilmiyor musun? Ablanım ben senin!

Niye be Ferruh!


Şunu da araya sıkıştırıvereyim: Ne pis bi şeymiş arkadaş olduğunuzu düşündüğünüz biriyle ilgili önemli bir haberi alakasız bi kişiden öğrenmek! Konserden dönüşü perşembe işe başladım. Diğer kimyager dedi ki: Ferruh gidiyor galiba, İK'ya yeni biri alınmış. Yok be dedim, gitse önce ben bilirdim.
Şimdi efendim, Ferruh bizim İK uzmanımız ve benim de şirketten dışarda görüştüğüm tek kişidir. O da Ankaralı -yani üniv orda okumuş-, o da tek kaliyor, o da sevemedi Adana'yı vs vs vs. Aslında Alamancı :) Ailesi de Almanya'da ve iki hafta önce izin alıp onların yanına gittiydi. Konuyu dağıtmayayım, dediğim gibi, işyerinde saha dışında da arkadaş olma kriterlerime uygun tek kişi. Konuşuruz/duk, dertleşiriz/dik, İK dan dost olmaz derler ama oldu işte. Daha doğrusu öyle düşünüyordum.
Herneyse, perşembe gidio galiba dendi inanmadım. Cuma da alakasız başka biri dedi, Ferruh istifa etmiş, Ankara'da işe girmiş ama İK dakiler doğrulamıyor diye. Huylanıp aradım İK'yı, doğru mu dedim, bana yalan söylemezsiniz dedim. Ve "evet" dediler, döndükten sonra 2 hafta daha çalışıp gidecek!!! Cebini arayıp bi kaç laf edecektim kendisine ama ulaşılamıyordu. Akşam mail attım kendisine zehir zemberek. Özeti şöyle idi: "hay senin arkadaşlık anlaşıyışının içine ediyim!!"
Şuraya da dandik bi fotonu koyayım da rezil edeyim senin karizmanı herr ferruh!

Roger Waters'ın bana ettikleri

Anlamsızlaştım resmen, günlerdir gözümün önünden gitmiyor. Kulaklarım başka bir şey dinlemek istemiyor. Efsunlandık, büyülendik, bi şey oldu, sanki boyut atladık ve tekrar dünyaya dönemiyoruz. Üstünden 5 gün geçti ve ben bugün ağladım, konseri düşünüp ağladım. Bir daha böyle bir şey yaşayamayacağımı bildiğim için ağladım. Bir daha bu kadar geniş bir kitleye hitap edebilecek onun gibi bir müzisyen deha doğmayacağına inandığım için ağladım. Roger Waters'ı hissedip ağladım. Syd Barret'ı düşünüp ağladım. Fiona'nın ölümünü saymazsak eğer, en son gene onlar yüzünden ağlamıştım bu kadar. Orkun bende kaldığı ilk gece, sabaha kadar Pink Floyd dinlemişti de, ertesi gün Comfortably Numb beynimde çalıp durmuş, üniversite günlerimi hatırlamış, akşam eve kendimi zor atmış, salya sümük ağlamıştım! Evet, ruhumda acıyan bazı yerler vardı, anlatamadığım / anlatamayacağım. Onun da vardı beyninde kapalı duran bir sürü perde ama anlatmanın bir anlamı olmayacaktı. Ve artık ikimiz de halimizden memnun, keyifli birer uyuşuktuk. İlk kez gerçekten hissetmiştim Comfortably Numb'ı. Yıllardır dinlediğim parça ilk kez bu kadar titretmişti beni! Günlerce PF dinledim ardından. Ne kadar mükemmel olduklarını bir kez daha hatırladım.
Çok değil, iki ay sonra, 24.02.06'da şöyle bir yazı yazdı Mehmet Tez! Nası yaniydi, doğru muydu gerçekten, olabilir miydi böyle bir şey! Tam da onları tekrar keşfetmişken, mucize miydi yoksa bu! Ve 2-3 hafta sonra konserin kesinleştiği yazıldı gazetelerde. Evet, nihayet uğruna yaşanacak bir şey daha çıkmıştı! O günden sonra hemen hergün Okeania'ya ve ekşi sözlük'te şuraya baktım, gelişmeleri takip etmek en önemli konulardan biriydi benim için.
.
.
.

Tamam, fazla şişirmiycem kafanızı, sonuçta o gün geldi çattı ve biz oradaydık!
Fotografları da boş bi anımda yükleyeceğim artık buraya. Ama şimdilik PF alimi Okan'ın çektiği fotolara bakılabilir.
ps. İkinci fotoda sol baştaki şahıs tanıdık gelecek :)

Salı, Haziran 13, 2006

off ya nerde bu t-shirtler?!

Bu saat oldu hala t-shirtler yok ortada. Kargo şirketinin Ceyhan şb sini aradım, size bi paket gelmedi dediler. Okan'ı arayıp gönderi noyu sorcam ama adam 50 tane paket gönderdi, nerden bulsun benimkinin nosunu :( Bekliyoruz bakalım. İşin kötüsü öğleden sonra hocanın yanına gitcem, yarın da okulda olcam sunum için. Kargo gelse bile ancak perşembe alabilirim. Çok merak ediyorum çook.

Dün yazdığım posttan sonra beni metalic, siyahlar içince, dövmeli mövmeli, piercing sahibesi bi insan sanan varsa acaip hayal kırıklığına uğrar. O uğramadan söyleyeyim, hiç öyle diilim. Sadece severim o müziği dinlemeyi ama kılık kıyafetime pek yansımaz bu sevgi. Hatta bugün beyaz bi body giydim,Snoopy desenli. Tamam, minicik bir dövmem var kolumda ama metal dinlemeyen biri de yaptırır o kadarcık şeyi.

Hazır aklıma gelmişken, çalıştığım yerin en sevdiğim yanı kılık kıyafet zorunluluğu olmaması. Bugün ki gibi, üstünde "allergic to morning" yazılı Snoopy desenli bi şi ve altına kotla gidebilmek süper bi keyif. Pijamayla bile gitsem, kimsenin umru değil. Üstelik burası alanında en büyük şirketlerden biri. Tek zorunluluk saha içinde baret ve çelik burunlu iş ayakkabısı giyilmesi. O da iş güvenliği açısından. Ayrıca gene iş güvenliği sebebiyle etek-elbise giyemiyorum. Bir de tabi dekolte & şort felan yok ki zaten tercih ettiğim bir tarz değildir kendisi.

Pazartesi, Haziran 12, 2006

Daha yarım saat evvel biriyle konuşurken aniden aklıma 3-5 ay evvel yaşamış olduğum ve bana çok enteresan gelen bir şey geldi ve dedim ben bunu bloga yazayım. Sonra odaya gelip bilgisayar başına geçince yazacağuım şeyi unuttuğumu farkettim! Yani 3-5 ay evvel bir şey yaşadığımı hatırlıyorum, aniden onu hatırladığımı ve yazmaya karar verdiğimi hatırlıyorum ama ne olduğunu hatırlamıyorum. Bu ne ki şimdi? Halbuki multivitamin ve ekinezyamı da düzenli kullanıyorum.

Merak edenler varmış: Hayattayım, yaşıyorum. Dün gece, uzun süredir gelse de izlesek ya da torrenti çıksa da indirsek diye düşündüğüm ve NTV'de yayınlanacağını duyunca heyecanla seyretmeyi beklediğim belgeseli (Metal: A Headbanger's Story) izlerken uyuyakalmışım! Neyseki yarısından fazlasını seyretmiştim. Bi uyandım ki, bitmek üzere. Yapımcının son cümlede "Siz sevmeyebilirsiniz, bu bizi hiç ilgilendirmiyor, bizim yine de heavy metal tınıları duyduğumuzda tüylerimiz diken diken olacak, heyecanlanacağız" tarzı bi laf edişi çok güzeldi :)

Konser t-shirtlerimiz de hala gelmedi :( Okan'ın dediğine göre bugün elime geçmesi lazımdı. Sanırım kargoda bi aksilik oldu. Yarını beklicez mecbur.

Pazartesi, Mayıs 29, 2006

nefret ederim

sürekli şikayet edenlerden, yaptığı işin sonucuna katlanamayanlardan, hayatıma burnunu sokma hakkı olduğunu sananlardan, durduk yere akıl verenlerden, mıymıy kişiliklerden, slow şarkı dinlemekten, dönüp dönüp aynı şeylerden bahsedenlerden, tanımadığım halde "canım" diye hitap edenlerden, işini düzgün yapmayanlardan, geçmişi deşeleyenlerden, iki bira içince sarhoş olcan lan diyenlerden, kahkaha atınca kafayı çevirip bakanlardan, iki bi sorumluluk alınca kendini tanrı sananlardan, bişi isterken sesini inceltenlerden nefret ederim.

Çarşamba, Mayıs 17, 2006

DiLBERT

Karikatürün kendini koydum, sayfanın şaftı kaydı! İyisi mi sen şurdan bak :)
http://www.radikal.com.tr/veriler/2005/11/16/dilbert.gif

Pazar, Mayıs 14, 2006


Şu aralar iki ada pek önemli benim için: Biri Lost'a evsahipliği yapan gizem dolu, kazazedeler dışında konu ile alakalı olarak izlediğimiz ve ada ile bağlantılarını anlamak için senaristlerin keyfini beklediğim kişilerin "bir başka dünya" olarak adlandırdığı muhteşem ada. Bu öyle bir adadır ki, arkadaştan aldığım 1. sezona ait 19 bölümü iki günde izletmiştir. (Sabah erken kalkıp işe gitmek gibi bir dert olmayaydı bi gecede de biterdi hepsi) Beni yıllardır bulaşmadığım paylaşım işlerine bulaştırmıştır, azureus'u yükletip torrent aratır olmuştur. Spoiler manyağı yapmış, senaryoyu nasıl bağlayacaklarını, karakterlerin bağlantılarını çözmeye ek olarak milletin o screenshotları nasıl yakaladığına dair de kafa patlattıran dizidir. Tee kaç bölüm önce Claire'ın o medyumunda bi bok olduğunu söylediğimde bana ne alakası var canım diyen arkadaşlara da 2x21 sonrası selam ederim. Ayrıca yıllardır "rastlantılara inanmam, herşeyin bi sebebi vardır" diyen bir şahsiyet olarak şöyle bi afişe sahip diziyi izlemek zaten farzdır.

Diğer ada ise David Gilmour'un çocuklarıyla beraber bir rüyayı paylaştığı, yıldızlar tarafından sarıldığı cennet mekan olan ve "on an island" adlı albümünde anlattığı ada. Sanırım bir aydır bundan başka albüm dinlemiyorum. Yıllarca bekletmiş olmanın hakkını fazlasıyla vermekte. Dizi süper, albüm de süper. Yaşamak için iki neden daha var artık hayatımda. Bir de şu 20 Haziran'ı atlatırsam sağsalim, değmeyin keyfime. Amanin, yoksa 20 Haziran'dan haberi olmayanlar mı var?
http://www.okeania.net/waterstanbul/
Eee, Gilmour ve Waters'dan sonra konuşmak pek mübah bi hareket olmayacaktır. Ben burda susayım, siz de azıcık PF dinleyin bi yerlerden bulup :)

Cuma, Mayıs 12, 2006


İşte benim başucu kitabım: Standard Methods for the Examination of Water and Wastewater! 2005 Kasım'da çıkan 21. baskı şahane olmuş. İnsanın okudukça okuyası, hemen labaratuvara geçip bir sürü analiz yapası geliyor. Vallahi! Hatta bi ara ulen evdeki bir odaya iki tezgah bi çeker ocak koyup lab mı yapsam, hem tez için de faydası olur diye düşündüm ama sonra zaten evde hepi topu 2 tane oda olduğunu hatırladım. E biri kiler niyetine kullanılınca geriye bi tek yatak odası kalıyor. Neyse artık, daha büyük bir eve geçince yaparım bu planları.
Çağımızın yeni bi icadı işte bu standartlaştırma olayı. "Everything is under control" demek istiyor birileri. Yakında şahıslara da standart belgesi verirlerse hiç şaşmıycam. Efendim ben ISO EN BiK BiK 25648 standardına sahip bir kişiliğim diyebilir mesela bir süre sonra bir Avrupalı. Çeşitli eğitimlerden geçip bir kişilik sertifikası alabilir ve CVsine bunu yazabilir. Şirketlerin de işine gelir, garip gurip HR testleri yapıp adam almaktansa kardeşim biz bidi bidi standardına sahip adam istiyoruz demek yeterli olacaktır.
Ne diyodum, ha, Standard Methods.
http://www.pollardwater.com/emarket/Pages/L8000010standards.asp

Perşembe, Mayıs 11, 2006

kendime saklamayayım dedim ama yazcak bişi de bulamıyorum ki :s ben mi siliğim yoksa? yok aslında değil ama yazabilmek ayrı bi yetenek! aylarca süren tez çalışmalarını bile sadece iki cümlede özetleyip sunabilirim ama bi sürü sayfa yaz diyolar. Nası yapsam ki??
Bugün reklam verdim :) merak edip gelenler için yazayım, adanadayım, kimyagerim. e bu kadar işte, başka bişi gelmiyo aklıma yazacak!

Salı, Nisan 25, 2006

yaw bunaldım bunaldım. bi tez konusu bulayım, bi de 14001 dökümanlarını halledeyim de kendimle ilgilenirim diye diye geçti koca sene! ben hala aynı yerde, ne konu var ne de bitmiş bi döküman! Kendimle ilgilenemediğimle kalakaldım öyle. Bi şeyler dönüp duruyo ama anlamadım ben bu işi. Bi de sevgili edindik arada iyi mi :)

Çarşamba, Nisan 19, 2006

hoyt, bi dur be.... becercez iste!