Pazar, Ekim 29, 2006

Bu ne biçim bayram böyle

Arife gününe bir ölüm haberiyle girdik. Hiç beklemediğimiz, hepimizi şok eden.

Bayramın birinci günü hasta oldum, son iki gün boyunca yediğim herşey geri çıktı, 3 gün kendime gelemedim.

Üçüncü gün gene bir vefat haberi geldi. 18 yaşında pırıl pırıl bir genci kaybettik lösemiden :(

Perşembe günü süpriz, çok sevindiren ve "herşeye rağmen hayat devam ediyor" dedirten bir düğün haberi aldım.

Dün gece yola çıkıp Adana'ya döndüm. Sabah 6 da eve girdiğimde, evin her yanının su olduğunu gördüm. 3 gün önceki aşırı şiddetli yağmurun suyu balkondan eve dolmuştu. Sabahtan beri (ki şu an saat 19:00) ev temizliyorum, her yerden çamur çıktı.

Fotograf makinem de Ankara'da kalmış.

Yeter artık!

Cuma, Ekim 20, 2006

Duyuru panosu

Açıklama 1.
Okuyup incelemeden Beta Blogger'a zıpladım bir süre önce. Ve şimdi beta olmayan bloggerlara yorum yapamıyorum, onlar da bana yapamıyorlar. Bir müddet bekleyecekmişiz. Geri dönüşü de yokmuş bu zıplamanın.

Açıklama 2.
Ne yaptıysam düzeltemedim firefoxdaki renk problemini. Linklerdeki koyu lacivert renk değişmiyor bir türlü. IE'de bir sorun yok, düzgün gözükmekte. Keşke tersi olsaydı ama yine de seviyorum ateşli tilkiyi :)

Perşembe, Ekim 19, 2006

Elinde didgeridoo* dünyayı dolaşmak

*Dijiridu diye okunur

Benim Funda isminde bir arkadaşım vardı taa üniversite yıllarından. Aslında okurken pek samimi değildik ama mezun olduktan sonra daha çok görüşür olduk (daha doğrusu olmuştuk, zira artık pek görüşemiyoruz, çünkü ben buraya geldim, o da Kaş’a yerleşti, daha doğrusu evlenince yerleşecek, gerçek şu ki evlerini hazırlıyorlar ufaktan ufaktan, aslında enişte, yani Funda’nın nişanlısı, zaten Kaş’ta yaşıyor, yani yaşamıyor da çalıştığı ofis orda, çünkü o bir tur rehberi, kah orda kah Ağrı’da kah Kapadokya’da, kah –abartma istersen- neyse işte, nerede yaşadıklarını onlar da bilmiyorlar ama nerede yaşamak istediklerini biliyorlar: Kaş’da, ve de o yüzden evlerini oraya kuruyorlar. Ama hali hazırda zaten vakitlerinin büyük bir kısmı da Kaş’da geçiyor. Bu arada yeri gelmişken söyliyeyim: Ben Kaş’a hiç gitmedim! Kalkan’a da gitmedim :( )

Ama Kapadokya’ya gittim, tam bir sene önce gittim. İlk gidişimdi ve itiraf ediyorum pişman oldum, “neden bu kadar geç kaldım buraya gelmek için” diye (Hala gitmeyen varsa gitsin, görsün.).Normal insanlar gibi ortaokulda, lisede okul gezilerine katılıp gidebilirdim (Yok gidemezdim, babam izin vermezdi). E hadi onu yapamadım diyelim, üniversitede gidebilirdim, nerdeyse her 15 günde bir gezi düzenlenirdi oraya (Yok, gene izin vermezdi. Bu arada ikinci bir itiraf: Ben üniversite son sınıfa kadar akşam sekizden sonra dışarı çıkamayan ve de arkadaşında kalamayan bir insandım). Hoş izin verseydi de gitmezdim, çünkü çok popülerdi o gezilere gitmek ve ben popüler şeyleri yapmaktan nefret ederdim (aslında hala ederim).

Kapadokya’ya geçen sene Funda’yı görmeye gitmiştim. Zira kendisi o sırada orada (yani şurada) çalışmaktaydı. Uzun uzun size Kapadokya’yı anlatmayacağım elbet, zaten “zip”lenmiş bir geziydi bu. Cuma akşamı karar verilmiş, cumartesi öğlene doğru yola çıkılmış, 4 gibi orda olunmuş ve pazar günü öğlen ayrılınmıştı. Ve bu kısacık sürede önce Turasan Şarap gezildi (evet, ilk oraya gittik!), sonra bacalar ve yer altı şehirleri gezildi, güneşin batışı izlendi, Uçhisar’a gidildi vs vs.

Ehem, didgeridoo ve Kapadokya nasıl bağlanır şimdi göreceksiniz:
Funda ve ofis arkadaşları ortasında avlusu olan 3 tane baca evde kalmaktaydılar, sabah hep beraber kahvaltı etmek için avluya çıkıldı, sofra hazırlandı ve Atıl dedi ki ben gidip ekmek alayım. Geldiğinde elinde 3-4 tane ekmek, yanında da sırtında upuzun ve ne işe yaradığını anlayamadığımız bir tahta boru taşıyan, sarı ve raspalı saçlı bir eleman ve de elemanın kız arkadaşı vardı. “O ha” dedik, “sen ekmek almaya gitmiştin, iyi ki gazete ve süt de alayım demedin” :)
Sonradan öğrendik ki o boru Aborjinlerin yerel bir müzik aleti olan didgeridoo imiş. (ayrıntılı bilgi için bkz.) Adını şu an hatırlayamadığım Hollandalı bu arkadaş, kendi didgeridoosunu kendi yapmış, Bulgar sevgilisiyle beraber o ülke senin bu ülke benim dolaşmaktaymış. Son derece keyifli bir kahvaltıdan sonra bize mini bir konser verdiler. Sonra da biz denedik çalmayı ama ufak bir tıslamadan öteye gidemedi çıkardığımız ses. Hayran oldum kendilerine, taşıdıkları özgür ruhlara, bunlar dünyanın çiçekleri dedi birisi ve herkes hakverdi. Kapadokya'yı bıraktık, elemanlarla sohbet ettik. Kapadokya zaten hep orada ama elinde didgeridoo dünyayı dolaşan bu çifti bir daha görme şansımız olmayacaktı. (Gerçi ilerki postlardan birinde e yuh artık denilecek türden bazı karşılaşma hikayeleri anlatacağım)

E nasıl bir ses çıkartır bu didgeridoo diyenler içinde, üstad Jeremy Donovan’dan güzel bir dinleti sunayım size:



Eskiden eline gitarını alan dünya turuna çıkardı. Şimdi didgeridoo ile yapılmakta bu eylem. Mesela şöyle.Çıkmaya niyeti olanlar varsa bunu bilsin de çıksın.
Aklımdayken söyliyeyim, ikinci paragrafın son cümlesinde yazılı olan sebepten ötürü şu kitabı da okumadım henüz.

Pazartesi, Ekim 09, 2006

Gerçek Türk'üm galiba :)

Aylar evvel yazdığım bir postta bahsetmiş idim Lost ile tanıştığımdan ve bağımlısı olduğumdan. Bu Lost dizisi nedeniyle o güne kadar hiç de aşina olmadığım torrent kavramı ile tanıştım ve emule, azureus, utorrent gibi programları deneye yanıla öğrenerek en rahat ve sorunsuz olanının utorrent olduğuna karar verdim. (Tabi bu arada Lost bahanesiyle, hazır kurulu program var, gelsin filmler, konser kayıtları, bulunamayan albümler.) Utorrent, firefox'la beraber kullanılırken hiç bi sorun çıkartmıyor, sessiz sakin işini yapıyor, benim sörfümü de hiç engellemiyor. Burada şunu belirtmek isterim ki ben sadece kullanıcıyım! :) Konular hakkında hiç bir teknik bilgim yok. Hangisi bana kolay ve rahat geldiyse ona karar verdim. Emule ve azureus'u tercih etmemiş olmam ayarlar, menüler vs çok karışık geldiği için o programları kullanmayı becerememiş olmamdan veya onlar açıkken interneti kullanamıyor olmamdan kaynaklanmaktadır.

Konu gene dağıldı, hemen toparlıyorum. Bağlantı hızım yavaş olduğu için utorrenti öyle aman aman bi şekilde kullanmazken saygıdeğer WRZL kişisi bir gün bana "kız senin ADSL'en 256 sınırsız di mi? Türk Telekom'un bi kampanyası var, istersen kampanyaya katılıp şubata kadar aynı fiyata (49 YTL/ay) 1024 kbps ve kotasız kullanabilirsin" dedi. Ben de hemen o vakit dediğini yaptım. Ve tabi o aşamadan sonra torrent indirme olayı da hız kazandı, sağdan soldan istek toplar oldum, bilgisayar günlerce kapanmaz oldu.

Hay allah, toparlıycam dedim, iyice dağıldı! Gelelim başlığın ana sebebine. Efendim bu işlerle uğraşanlar bilirler, modemde port forwarding diye bi olay vardır. Download ve upload kapasitesini yükseltmek için kullanılır (başka bir amacı varsa da bilmiyorum). Ben yaklaşık 5-6 aydır bu port forward olayının ne olduğunu ve nasıl yapıldığını çözmeye çalışıyordum. Teknik bilgisiz şekilde olaya bodoslama dalınca tabi konuları anlamak ve algılamak pek kolay olmuyor. Öyle forumları felan geziyorum, yazılanları ve tavsiyeleri okuyorum. Ama nasıl olsa bu işlemi yapmadan da indirebildiğim için "never touch a running system" zihniyetiyle modem ayarları ile hiç oynamamıştım. Açıkcası korktum bozulur felan diye. Çünkü okuduğum yazıların çoğu son derece karışık işlemlerden bahsediyordu (ya da bana öyle geliyordu). Amma velakin geçen akşam programın hata verdiğini ve seed sayısının "3820" olduğu filmin inmediğini ve hiç bir upload olmadığını da görünce bir terslik olduğunu anladım. Sebebini halen bilmiyorum ama öyle bir şey oldu işte ve araştırmalarım sonucunda kaçınılmaz olarak port forward etmem gerektiğini anladım. Gene başladım googling yapmaya, bi sürü forum sitesine girmeye, oraya buraya bakmaya. Hatta program bile indirdim onun için ama olmuyor olmuyor. Yazılan hiçbir yazıda benim modemin marka/modeli yok. Bulamıyorum, anlayamıyorum, beceremiyorum derken neden sonra modemin manueline bakmak geldi aklıma! Evet, tam 6 ay sonra aklıma geldi! Meğerse manuelde güzelce açıklanan ve 5 dakikalık son derece basit bir işlemmiş! Yaptım ve save ettim, sonra da restart dedim ve tekrar açtım programı. Program şakır şakır çalıştı ve daha önce downloadda gördüğüm en yüksek rakam 25-30 iken 120'yi gördüm 5 dk içinde!

Velhasıl kelam, gerçek bir Türk asla kullanım klavuzunu okumaz, sağa sola sorar, deneme-yanılma ile öğrenir, ordan burdan duyduklarını uygular. Başı belaya girince aklına gelir o aletin bir klavuzu olduğu. Bu olayın ana fikri budur!


ps. Telif-melif-yasa vs işlerine hiç girmeyelerim lütfen. Zira benim indirdiğim filmlerde, albümlerde bulunan kişilerin bu paraya pek de ihtiyaç duymadığı kanaatindeyim. Bu konuyla ilgili South Park'ta son derece anlamlı bir bölüm vardı, onu da bulup buraya ekleyeceğim en kısa sürede :)
.
.
İşte buldum:

Salı, Ekim 03, 2006

Burada hala yaz.


Ankara'dan, İstanbul'dan şakır şakır yağmur haberleri geliyor, annemler buralar çok soğuk diyor ama biz Adana'da hala yaz havası soluyoruz, askılı tişörtler giyiyoruz. Mesela şu yanda gördüğünüz fotograf 20 dk. önce çekildi. Hatta şort giyenler bile var. Ama bilirim ki bunlar son demler ve yavaş yavaş biz de üşümeye başlayacağız bir iki haftaya kadar. Üşümek dediysem öyle tir tir değil, hafif bir hırka idare eder daha kasım'a kadar.
Yaz mevsimini sevmiyorum. Kesinlikle benim mevsimim olmadı hiç bir zaman. Tamam, yaz çocuğuyum, Ağustos doğumluyum ama bu yaz mevsimini sevmemi gerektirmiyor. En güzeli bahar. Hem ilki, hem sonu. Hatta Nisan&Mayıs ve Eylül&Ekim'dir en güzel aylar. Hiç bitmeseler keşke.



Öğlenleri işyerinin iskelesinde yürüyorum, bir sürü yavru balık var iskelenin etrafında. Elinizi atsanız yakalayabilirsiniz ama av yasağı olduğu için kimse dokunamıyor, onlar da mutlu mesut büyüyorlar. Yeni hobim balıklara ekmek atıp, yemelerini izlemek. Koca bir ekmek 5 dk. içinde yok oluyor. İyi de oluyor, ekmekler çöpe gitmiyor. İçimin acıdığı durumlardan biri çöpe yiyecek atılması. Ama uzun süre önce çaresini buldum. Ekmekler kızartılıp yeniyor veya balıklara atılıyor. Meyveler sıkılıp suyu içiliyor, sebzeler haşlanıp buzluğa kaldırılıyor, yenmeyen yemekler bir kaba konulup sokaktaki kedilere veriliyor.

Yukarıdaki fotoda suyun yeşil gözüktüğüne bakmayın, aslında gayet mavi ve berrak. Yanda kocaman gemi olduğu için öyle bi garip gözüküyor rengi.



Ve bir ayakfotosu da benden ama öyle şirin terliklerle, pahalı ayakkabılarla, süper topuklularla değil. 4 yıldır yaz-kış, hergün, sabahtan akşama kadar giymek zorunda olduğum çelik burunlu iş ayakkabısıyla :)



Sevgiler.